Oğuzhan Kılıçarslan Denemeleri

Şemsiye

Yine bir gün geçmiş gündoğmuştu…

Hale, gözlerine bulutların arasından vuran güneşle birlikte uyandı. Yorgundu… Kalktı cama yanaştı. Dışarıya bakarak “Bugün hava yine mi soğuk, oysa çok önemli işim vardı” diye söylendi. Hale, uykulu gözleriyle banyoya yürüdü ve yüzünü yıkadı. Çok geçmeden annesi alt kattan seslendi; “Hale, gel kızım hadi kahvaltını yap. Bugün senin için güzel geçmeli” dedi. Hale yavaş adımlarla merdivenlerden aşağıya indi. Ama aklında hep bugün nasıl geçeceği düşüncesi vardı. Nihayetinde son 3 basamağa kadar gelen hale bu dalgınlıkla birden dengesini kaybetti, tam yere düşerken korkuluklara tutunarak kurtuldu. Sonrada kendi kendine gülmeye başladı…

Hale, annesine seslendi; “Anne bugün hava yine soğuk ben napacağım şimdi” dedi. Annesi de olmazsa kapalı bir yere girip oturursunuz, kendine dikkat et.” diye karşılık verdi…

Hale bugün 7 senenin üstüne görmediği lise arkadaşlarıyla buluşacaktı. Onu daha da fazla heyecanlandıran şey ise, gelen arkadaşlarının içinde hala unutamadığı birisinin olmasıydı…

Emre de bu sabah bir telaşla kalkmıştı. Görele’de okuduktan sonra Samsun’a taşınmışlardı. Bugün 7 sene sonra Görele’ye dönmenin heyecanını yaşıyordu. Ayrıca içindeki ayrı bir heyecanda Hale gibi 7 senedir unutamadığı aşkını görebilme fırsatıydı…

Hale saate baktı, saat 11.00’e gelmek üzereydi. Birden telaşlandı. Üstüne montunu giyip bir heyecanla dışarı fırladı. Evleri Görele’nin Kumyalı Mahallesinde olan Hale, sahil şeridinden denizi izleye izleye çocuklar gibi hoplaya zıplaya ilerliyordu meydana doğru. Arkadaşlarıyla Oskar Pastanesinde buluşacaklardı. Hale meydana geldi ki birden kuvvetli bir yağmur bastırdı. Hale bu iri ve hızlı yağan yağmurda sırılsıklam olacaktı… Birden telaş içinde kafasını sağa sola çevirirken ileriden elinde şemsiyesi ile Emre’nin geldiğini gördü. Kalbi birden duracak gibi oldu. Emre, Hale’yi henüz görmemişti. Biraz sonra Emre başını kaldırdığında Hale ile göz göze geldi. Dondu kaldı… Emre birden telaşını üzerinden atıp ıslanan Hale’nin yanına koştu. Şemsiyesinin altına aldı Hale’yi. Küçük olan şemsiyede Hale ve Emre iyice birbirine yaklaşmıştı. Şemsiyenin etrafında damlayan yağmurun altında yüz yüze dönük göz göze bakışarak bir süre beklediler. Sonra Hale utanarak başını öne eğdi. Emre dayanamadı Hale’nin çenesinden tutarak başını yukarı kaldırdı ve “Seni çok özledim” dedi. Hale birdenbire çok mutlu olmuştu, gülümsedi. Emre’de Hale’ye gülümsedi. Emre, “İstersen daha fazla ıslanmadan Pastaneye gidelim diğerleri de gelmek üzeredir” dedi. Hale’de başını sallayarak “olur” dedi. Birbirlerine yaslanarak giden ikili, bir yere, bir yanına doğru bakıyordu. İkisini de birden bir mutluluk kaplamıştı. Omuz omuza yıllar sonra beraber yürüyorlardı. Hale bu 7 sene boyunca hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Hızlı yağan yağmur yavaş yavaş etkisini azaltmış fakat kuvvetli rüzgar çıkmıştı. Yağmurda ıslanan Hale rüzgarla biraz üşümeye başlamıştı. Pastaneye gelmişlerdi,içeri girdiler kimsenin olmadığını görünce ikisi de sevindi. Çünkü biraz daha baş başa kalma fırsatı yakalamışlardı. Emre hemen 2 çay söyledi. Hale, çayını yudumlarken başı hala öne eğik bir mahçubiyet içindeydi. Sessizliği Emre bozdu… “Hale, 7 sene sonra seni görebilmek inan çok güzel” dedi. Hale, gülümseyerek “Bende seni gördüğüm için çok mutluyum Emre” dedi.

Emre birden telaşla ve korkuyla, “Evlendin mi Hale” diye sordu. Hale bu soru karşısında irkildi. “Hayır, sen? “diye sordu. Emre rahatlamış ve sevinmiş “Bende evlenmedim” demişti. Hale de bu cevap karşısında oldukça sevinmişti. İkisi de iyice birbirlerine yanaşmış göz göze bakışmışlar ve  sevgi sözcükleri fısıldamak üzereydiler. Ama işi birden içeri giren Sevda bozdu. Sevda yanaştı ve “öhö öhö” diyerek; selam arkadaşlar dedi. İkisi de birden ne olduğunu şaşırmış fakat hemen olayı toparlamışlar ve Sevda’yı hoş geldin diyerek masaya oturttular. Peşinden diğer arkadaşlarda yavaş yavaş gelmeye başladı. Emre ve Hale yine yan yana otursalar da kalabalıklaşan ortamda rahat davranamıyorlardı. Çünkü ikisinin de birbirine söyleyeceği çok şey vardı…

Hava birden iyice bozdu. Öğle 12.00 olmasına rağmen sanki akşam hava kararmak üzere olurcasına karardı hava. Eynesil üstünden yeni bir hava dalgası Görele’ye yanaşıyordu. Dışarısı iyice soğumuş, rüzgar şiddetini arttırmış ve yağmur damlaları kuvvetlice yer yüzüne çarpmaya başlamıştı. Durumu pastaneden izleyen arkadaşlar, “eyvah eve nasıl gideceğiz” diye telaş yapmaya başladılar.

İlerleyen saatler birbirini kovalıyordu. Hava öğle saatindeki etkisinin tam tersine dönmüş, yağmur durmuş, rüzgar yavaşlamış, güneş bulutların arasından Görele’yi selamlıyordu. Görele’nin biraz üstünden bir gökkuşağı çıktı. Ayrılma saati gelen arkadaşlar yavaş yavaş dışarı çıkmaya başladılar. Gruptan Mustafa “bakın gökkuşağı çıkmış hadi bir dilek tutalım” dedi. Hale; Emre’yi yeniden görebilmeyi hatta daha da ötesi onun eşi olmayı dilemişti. Emre’nin diledikleri de Hale’den farklı değildi…

Zaman gelmiş ayrılık vakti düşmüştü. Herkes birbiriyle öpüşerek vedalaşmaya başladı. Emre ve Hale’de öpüşerek ayrılırken Emre, Hale’nin eline bir kağıt sıkıştırdı. Hale’de bunu fark etti hiç bozuntuya vermeden kağıdı cebine attı…

Herkes otobüslere binmiş ayrılmıştı. Hale eve gitmeden önce heyecanla kağıdı açtı.

Hale, heyecanla kağıdı açıyordu. “Acaba içinde ne yazıyor” diyerek açtı kağıdı ve merakla okumaya başladı…

“Hale, bu mektubu sana bir daha görüşememe ihtimalini düşünerek yazıyorum. 2 ay sonra askere gidiyorum. Dünya hali, ne olacağı bilinmez. Şehit olursam hakkını helal et. Birde şunu her zaman bil, seni her zaman çok sevdim, hala da seviyorum. Seneler geçti ayrılmamızın üzerinden ama senden başkasını sevmedim inan bana. Umarım gün olur bu sevgi güzellikle sonuçlanır. 2 ay sonra askerde olacağım Hale, senden beni unutmamanı istiyorum. Olur ya şehit düşerim, o zaman beni sevgiyle an Hale… Bir şey olmazda sağ sağlim dönebilirsem inşallah sana bir sürprizim olacak. Kendine iyi bak tek sevdiğim. ALLAH’a emanetsin”

Hale mektubu okurken gözyaşlarına hakim olamamıştı. Görele’nin yeni yapılan sahil yolunda yürüyerek okuyordu mektubu. Rüzgarda saçları dalgalanıyor, önünü iliklemediği hırkası uçuşuyordu…

Hale’nin saçları kumraldı. O gün yüzüne pembe tonda makyaj yapmıştı. Gözyaşları makyajını akıtmıştı. Hale başını ufuğa doğru çevirdi, daldı gitti uzaklara doğru…Aradan 5 dk. geçmişti. Hale, hala ufuğa doğru bakıyordu yaşlı gözleriyle… Birden arkasından Hale hanım diye birinin bağırdığını duydu. Arkasına döndüğünde pastaneci çırağı Hale’ye doğru koşarak geliyordu. Elinde siyah bir eşya vardı. Uzaktan tam kestiremiyordu Hale bunun ne olduğunu. Çırak yanına geldiğinde Hale, bunun şemsiye olduğunu gördü. Pastaneci çırağı “Hale hanım, bu şemsiyeyi sizin arkadaşlarınızdan birisi unutmuş. Siz geri verebilirsiniz herhalde” dedi. Hale, şemsiyeyi görünce yine duygulandı. Çünkü birkaç saat önce o şemsiyenin altında Emre ile beraber pastaneye doğru yan yana yürüyorlardı. Ama şimdi Emre yoktu. Teşekkür etti Hale, şemsiyeyi aldı…

Ertesi gün olmuştu. Hava dünün aksine oldukça güzeldi. Hale yine gözlerine vuran güneşle beraber uyandı. Görele’nin tertemiz havasında zaten geç saatlere kadar uyumak mümkün değildi. Tertemiz doğa havası insanı kaldırıyordu her sabah bir huzur ile…

Hale,annesinin yanına gitti. “Anne, dün Emre şemsiyesini unutmuş burada, bunu nasıl ona ulaştıracağım” dedi. Annesi durumu anlamıştı. Hale’nin, Emre’ye olan sevgisini biliyordu. Kızının mutlu olmasını istiyordu her anne gibi. İster kargo’ya ver, istersen götürüp sen teslim et kızım dedi. Hale’nin gözleri parladı birden. “Ben mi götüreyim?” dedi. Annesi gülümseyerek “evet, yoksa istemez misin?” dedi. Hale, birden çok mutlu olmuştu. Annesinin boynuna sarıldı hemen. “Teşekkürler anneciğim, sen çok iyisin” dedi. Annesi gülümsedi tekrar “sende çok iyisin güzel kızım” dedi…

Hale’nin annesi Gülden hanım, uzun yıllardır yalnız yaşıyordu. Eşi Mehmet bey bundan 15 yıl önce bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Gülden hanım uzun yıllar Hale’yi tek başına yetiştirebilmek için çabaladı durdu. Bir yandan da kendi psikolojik desteğini yine kendisi karşılıyor, metanetli olmaya çalışıyordu. Çevresinde bu yüzden çok takdir ediliyordu. Mehmet beyin ölümünden sonra bir çok kişi tarafından istenmiş; maddi ve manevi açıdan çok zorda olmasına rağmen teklifleri geri çevirmişti Gülden hanım. Sarı saçlarıyla, tatlı tebessümüyle olgun bir bayandı Gülden hanım…

Hale, 5 saatlik Samsun yoluna tek başına gitmekten çekiniyordu. Hemen tek sırdaşı, en yakın arkadaşı olan Ayben’i aradı. Ayben teklifi seve seve kabul etti. Çünkü Ayben ve Hale birbirlerine sevgi ile bağlıydılar. Görele Belediyesi Otobüs Terminaline geldiler beraber. Buradan Samsun için yer aramaya başladılar. Nihayet bir şirkette yer bulmuşlardı. Otobüse bindiler, konuşa konuşa 5 saatlik yolu bitirerek Samsun’a vardılar. Hale, Emre’nin adresini arkadaşı Mustafa’dan almıştı. Emre’nin işyerine doğru yol aldılar. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde Emre şok oldu. Emre, Ayben’i de tanıyordu. Emre, titrek bir sesle “Hale” diyebildi. Hale gülümsedi “Ne o, yoksa misafir kabul etmiyor musun?” dedi. Emre üzerindeki donukluğu çabuk atıp “hoş geldiniz” diyerek koltuğa oturttu ikisini de. “Hayrola, neden geldiniz” dedi. Hale’de poşeti çıkararak “Bunu Görele’de unutmuşsunuz beyefendi o yüzden geldik, çok unutkanlaşmışsınız siz” dedi gülerek. Emre poşetin içinde Hale ile beraber yürüdüğü Şemsiyeyi görünce gülmeye başladı. “Evet, sizi görünce mutluluktan uçtum, o yüzden şemsiyeyi unutmuşum” dedi. Hepsi birden gülmeye başladılar. Ayben’den ikisi de çekinmiyordu. Ama Ayben onları yalnız bırakmak için “Ya, ben uzun zamandan sonra geldim Samsun’a. Bir arkadaşım vardı az ileride Fatma diye. Siz geze durun bende onu ziyarete gideyim” dedi. Emre ve Hale, Ayben’in bunu kendileri için yaptığını anlamışlar fakat bozuntuya vermeden “Sen bilirsin Ayben ama hep beraber gezsek daha iyi olurdu” dediler. Ayben, “Olsun siz gezin benim yerime de, ben arkadaşımı özledim ya” dedi. Emre ve Hale bakıştılar. Hale “çok iyisin Ayben” dedi. Ayben de gülümseyerek “Sen de iyisin canım arkadaşım, hadi beni tutmayın ben çıkıyorum. Akşam ben seni telefonla ararım, otogarın önünde buluşalım” dedi Hale’ye. Hale de “tamam, görüşürüz. Kendine dikkat et. Bir sorun olursa telefon et bana” dedi. Ayben, “tamam merak etme beni” dedi ve bürodan çıktı…

Emre ve Hale dün birlikte istedikleri gibi kalamamışlardı. Görele’de yakalayamadıkları bu fırsatı Samsun’da iyi değerlendirmeliydiler. Emre hızla ayağa kalktı. Hale’yi elinden tuttuğu gibi dışarıya fırladı. “Bugün çok güzel bir gün yaşatacağım sana” dedi Hale’ye. Hale, mutluluktan uçmak üzereydi. Emre, hale’yi sahile götürdü. Bir çay bahçesine girdiler. Denize sıfır bir masaya oturdular. Arkalarından rüzgar ile birlikte dalgalarını notalandıran Karadeniz; sanki Aşk şarkısı söylüyordu… Hale ve Emre önlerinde çayları soğurken göz göze bakışarak daldılar…

Hale’nin üzerinde koyu gri bir palto, altında krem rengi kazak ve koyu lacivert kot pantalon vardı. Saçları kumral ve düz halindeydi. Rüzgarla birlikte zülüfleri gözlerine geliyordu. Göz kapaklarında, yanaklarında ve dudaklarında  pembe tonda makyaj vardı. Gülümseyerek yeşil gözleriyle Emre’ye bakıyordu. Emre yeşil gözlere dalmış sadece Hale’yi düşünüyordu. El ele tutuşmuşlar çevredekilerin ilgisini çekmişlerdi. Çay bahçesinde Hale ve Emre’ye dönüp dönüp bakan insanların sayısı her dakika artıyor, bu sevgi bağına gıpta ediyorlardı…

Sessizliği Emre bozdu, Hale’nin ellerini daha da sıkarak “Mektubumu okudun mu, dedi”. Hale “Evet” diye karşılık verdi. “Bana söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sordu Emre. Hale, “Yazdıklarını okurken gözyaşlarımla ıslattım mektubunu. Bende seni çok seviyorum Emre. Ama bu askerlik olayın bu sevgimize zarar verecek diye içime şüphe düşüyor. Ne olur askerde kendine çok dikkat et. Bana sık sık mektup yaz. Beni habersiz bırakma, ben sensiz yaşayamam” dedi Hale. Emre, duygulanmıştı… Gözleri sulanmaya başladı… Kendini zor tutuyordu… “Bende sensiz yaşayamam Hale, senin için kendime çok iyi bakacağım. Sen sakın üzülüp sıkılma. Benim gönlüm her zaman yanında bunu bil yeter.” dedi Emre…

Zaman su gibi akıp gidiyordu. Emre Hale’yi çay bahçesinden sonra Samsun merkezi gezdirmiş, lunapark’a götürmüş, pamuk şeker ve patlamış mısır almıştı Hale’ye. Onu tüm gün boyunca mutlu etmeye çalışmıştı. Hale, rüyada gibiydi. 7 sene sonra ilk defa bu kadar mutluydu belki de… Akşam saatleri olmak üzereydi. Hale’nin telefonu çaldı, arayan Ayben idi. Hale, ben yarım saat sonra otogarda olacağım. Sende oraya gelirsin. Biletleri ben alırım, geç kalma” dedi. Hale de “Tamam, Ayben çok sağol” dedi. Hale, Emre’ye dönerek “artık ayrılık zamanı yaklaştı” dedi. Yine zaman hızla geçmiş, hava kararmaya başlamıştı. El ele Otogara doğru yol alıyorlardı. Otogara yakın bir yere geldiklerinde Hale birden yan yana yürümekte olduğu Emre’nin önüne geçerek hayatında denemediği bir şeyi yapmaya karar verdi. Emre duraksadı ne oldu diye düşünüyordu… Hale, Emre’ye yanaştı. Sarıldı… Başını kaldırdı Emre’ye bakarak… Bir öpücük kondurdu dudağına. Emre de hayatında ilk defa bir kız ile öpüşüyordu. Çok garip bir duyguydu bu… İkisinin de başına ve göğsüne bir sıcaklık inmiş, kalplerinin atışları hızlanmıştı. Hale yavaşça ayrıldı ve Emre’nin yanına geçerek yürümeye devam etti. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu. İkisi de ilk defa yaşadığı bu duygunun tatlı sarhoşluğu içindeydi. Tabi bunun yanında içindeki aşkta unutulamazdı…

Hale ve Ayben Görele’ye geri dönmüşler evlerinde istirahata çekilmişlerdi… Hale, gece boyunca uyuyamadı… Bir sağa dönüyor, bir sola dönüyordu yatakta. En sonunda dayanamadı pencereyi açtı, oturdu yatağına, denizi izlemeye başladı. Deniz kapkaranlıktı. Ne bir ses, ne bir gemi vardı ufuklarda… Sadece sahil şeridinde loş beyaz ışıklı sokak lambaları aydınlatıyordu ortalığı. Denizden gelen ılık rüzgar, Karadeniz’in kokusunu pencereden içeri doğru estiriyordu. Hale’nin aklında ise tüm bu gün yaşadıkları vardı. Gözü dalmıştı, loş ışığın arkasında karanlığa doğru…

 

6 AY SONRA

Etraf pusluydu. Hava serin… Emre’nin yırtık pırtık asker kıyafetleri ile soluk soluğa sesleri… Ne yapacağını bilmiyordu. Yanında şehit olan arkadaşları ve kaybettikleri umutları…

Emre acemi birliğini Isparta’da tamamladıktan sonra Hakkari Yüksekova’ya düşmüştü. Komando tugayında en iyi askerlerden birisiydi. Emre askeriyede gizli işleri de yürütüyordu. Isparta’daki üstün başarısı nedeniyle Binbaşı Mehmet Büyüktürk tarafından özellikle Hakkari’ye yerleştirilmişti. Emre, olayları önceden sezebiliyordu. Gidişata göre ani kararlar verebiliyor, yerine göre duygularını mantıktan arka plana sarkıtıyordu…

Yüksekova’nın yüksek dağları arasında kalmışlardı komando birliği olarak. Etrafındaki dağlar peşmerge ve PKK ile doluydu Mehmetçiklerin. Emre, en yakın arkadaşı Ahmet ile beraber dürbünle çevreyi gözlemliyordu. Ahmet’in gözü bir yere odaklanmıştı. Çıplak sivri dağın yamaçlarında bir grup vardı. Ahmet, dürbünün yakınlaşma ayarıyla oynadıktan sonra görüntü netleşti. Roketatar kendisine doğru dönmüş bekliyordu… Birden ateşlendi… Ahmet “yere yatın” diye bağırdı herkese… Mehmetçiklerin yere yatmasıyla beraber kuvvetli bir patlama oldu Mehmetçiğin saklandığı sığınakta. Her taraf toz duman olmuştu. Askerler öksürük sesleriyle inletiyordu karargahı… Öksürük sesleri azalmaya başlayınca can çekişmekte olan Mehmetçiklerin halsiz sesleri de duyulmaya başlandı…

21 yaşındaki Abdullah yerde gözleri açık şekilde yatıyordu. Emre’nin en çok güvendiği askerlerden birisiydi. Abdullah gözleri açık ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Vücudundan bir sıcaklık sürekli dışarıya doğru akıyordu. Abdullah ile Emre göz göze geldiler. Abdullah son gücüyle tebessüm etti, “hakkını helal et dostum” diyebildi var olan kuvvetiyle. Vücudu yavaş yavaş soğumaya başlıyordu. Gözleri puslanmış, bakışı donuklanmıştı. Şehit oluyordu Abdullah. En yüksek makama erişiyordu… Emre’nin gözleri dolmuş, hırs kaplamıştı her yerini. Duygularını bastırıp mantığını ön plana çıkararak “Türkiye’den sizleri temizleyeceğim” diye bağırdı. Dağlarda sesler birbirine çarparak yankı yapmaya başladı. Şüphesiz ses teröristlere kadar ulaşmıştı…

Hava kararıyordu. Mehmetçikler şehit askerlerin üzerini örtüyor taşınmak üzere yan yana diziyordu. Yaralı askerler tedavi ediliyordu. Emre kalan sağlam askerleri topladı. Bu baskında komuta gizli görevler haricinde Emre’ye verilmişti…

Yüksekova’nın içinden geçen Irak ile sınırı ayıran nehrin civarındaydılar. Emre bir an askerlerine durmasını söyledi. Kulaklarına güvenen bir duruşla gözlerini kapadı ve sesleri dinledi. Sesler doğu tarafından geliyordu. Nehrin yakınlarında olmalıydılar. Onlarda kendileri gibi dağlardan inmiş gecelemek üzere nehrin etrafındaki mağaralara gizlenmişlerdi…

 

2 GÜN SONRA

Hale, Görele’de gökyüzünü izliyordu… Sahil’de oturmuş elinde simit önünde çay ile gökyüzüne bakıyordu. “Bugün hava ne kadar ilginç, bulutlar sanki mavilerin arasında birbirleriyle tokalaşıyorlar, selamlaşıyorlar” diyordu kendi kendine. İçini birden huzursuzluk kapladı. Gözlerini oğuşturdu “belki sürekli yukarı baktığım içindir” diye söylendi… Önüne baktığında içindeki sıkıntı hala geçmemiş, aksine kalbide hızlanmaya başlamıştı. Emre aklındaydı, “acaba canım şimdi ne yapıyor” dedi ve gözleri sulanmaya başladı… Masaya kapandı Hale… Gözlerini kapadı… Sanki huzur aramaya çalışıyordu. Emre aklındaydı; içindeki telaş ne anlama geliyor diye düşünüyordu…

Arkasından bir el dokunda Hale’ye… Hale düşlere dalmış, içinden kötü şeyler geçirirken kendisine birden dokunan bu el ile irkildi… Hiddetle ve telaşla arkasında döndü. Arkasında Ayben vardı. Hale’nin bu tavrı karşısında Ayben korkarak bir adım geri kaçtı… Hale, Ayben’i görünce “Ayben sen miydin, ödümü kopardın” dedi. Ayben, “Hale ne oldu, ne bu halin, rengin atmış” dedi. Hale, “İçimde bir huzursuzluk var, Emre’ye bir şey olmasından korkuyorum” dedi. Ayben, “Merak etme Hale, o ne yapacağını bilir. Kendisini koruyacağına söz vermişti. Askerlik bu, Vatanı koruyorlar. Bizler rahat uyuyalım diye uyumuyorlar. Elbet zor geçecek, sen içini rahat tut.” dedi. Hale boynunu büktü “İnşallah bir şey olmaz dediğin gibi Ayben, özlemle sevdiğimi bekliyorum. Sonunun ne olacağını bilmiyorum. İçimde bir korku. Allah hayırlısını versin hakkımızda” dedi…

Hale, eve gitmiş, yatağına uzanmış, içindeki esrarengiz duygunun sırrını çözmeye çalışırcasına gözlerini tavana bırakmış donuk şekilde düşünüyordu. Odasının camından gelen serin hava, üzeri açık olan Hale’nin üşümesini sağladı… Hale yavaş yavaş düşündüğü duygulardan kendisini alıyordu… Kendine geldi, kalktı ve camı kapattı. Bu akşam erken yatmıştı Hale… Saat 20.38’di. Bazı akşamlar yaptığı gibi sahildeki evlerinden Karadeniz’i izlemeye başladı… Ufuklar yine simsiyah, ne bir ışık, ne bir gemi… Gözleriyle etrafı iyice izliyordu Hale. Sahil şeridine takıldı gözleri… Yine gözleri dolmaya başlıyordu… Sahilde bir çift birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış, genç delikanlı sevdiğine öpücük konduruyordu. Kızın üzerinde koyu gri bir manto, altında lacivert bir kot vardı. Hale’nin gözünün önüne Samsun’da yaşadıkları gün geldi…

 

GÜN DOĞARKEN…

Aklında Hale olan Emre, verdiği sözü unutmamıştı. Canını korumak için güvenliği iyi sağlıyor, bir yandan da vatanını kirli emelleri amaç edinmiş bu pisliklere karşı son gücüyle koruyordu… Geride kalan 2 gün içinde pek çok baskın yapmışlar ve pek çok teröristi ölü ele geçirmişlerdi. Şu an peşinde oldukları grup muhtemelen bölgedeki son teröristlerdi. Nehrin etrafında konumlanmıştı kahraman Mehmetçikler. Emre, bir dağ çıkıntısının arkasında Ahmet ile beraber proje çiziyordu. Yanına koşarak bir asker geldi. “Komutanım, düşman 500 metre ileride iki dağ arasındaki vadiyi ve üst kısımları kapamış durumda” dedi. Emre çizdiği projeyi bir anda değiştirdi… Askerlerini 10’lu grup haline getirdi. Bir kısmını 700 metre ilerideki dağın üstüne, bir kısmını arka cepheye, bir kısmını ise önden giderek düşmanın dikkatini bu yöne çekmesi için görev yerlerine gönderdi. Kendiside arkadan gidecek grubun içine karıştı. Önden giden grup kendini gösterdi. Birden bire ateşler çılgıncasına üzerlerine gelmeye başladı. Ateşlerin arasına roketler de karışıyordu ara sıra… Öndeki kahraman Mehmetçikler, tüm güçleriyle karşı koyuyorlardı. Öne fırlayan 2 terörist öldürülmüştü. Arkadan giden Emre vadinin çıkış noktasından düşmanları öndeki güçler ile beraber sıkıştırmayı üstten gelecek kuvvetler ile de operasyonu sonlandırmayı düşünüyordu. Öndeki kuvvetler teröristleri geriye püskürtmüştü. Geriye kaçan PKK örgütüne bağlı teröristler arkadan saldıran Türk birliklerini görünce yanlardan kaçmaya çalıştı. Üstten gelen desteklerle 39 terörist ölü ele geçirildi…

 

YER: HAKKARİ – YÜKSEKOVA (Askeriye)

Emre telefona sarılmıştı birliğe döner dönmez.

Emre: “Hale, nasılsın tek sevdiğim”

Hale: “Emre, iyisin değil mi? Ben iyiyim. 3 gündür seni düşünüyorum. İçimde tarifi olmayan bir sıkıntı vardı kaç gündür. Seni çok özledim.”…

Hale telefonda ağlıyordu. Emre’nin kuvvetli güçlü sesi de kısılmaya başlamış, tiz bir hale dönüşmüştü. Gözleri dolmuş ama Hale’nin kuvvetli olması için ağlamamaya çalışıyordu.

Emre: “İçindeki sıkıntı geçti artık Hale’m. Operasyondan geldik şimdi. Çok zorlu 1 hafta geçirdik. Şu an uykuya hasretim. Ama senin sesini dinleyerek bir ömür boyu uyumam herhalde. Çok özledim seni aşkım…Çok özledim…

Hale: “Demek içimdeki sıkıntı bundanmış Emre, sen zordayken ben nasıl rahat olurum. Her an seni düşünüyorum. Bende seni çok özledim, sesinle özlemimi dindiremiyorum. Ne olur dön artık.”

Emre: “Döneceğim inşaallah Hale. Az kaldı sabret. Askerliğimin 6 ayı bitti. 9 ay kaldı. Döneceğim inşallah sevdiğim. Seninle o altında beraber yürüdüğümüz şemsiye ile yine bir sonbahar günü yağmurlar altında yürüyeceğiz”

Birden telefon bağlantısı kesildi. Telefonun bir ucundan Emre, Hale diye bağırıyor; diğer taraftan Hale, Emre diye bağırıyordu…

Hava kararmış, karargahta elektrikler gitmişti…

Görele’de telefon hatlarını yer altına taşıyan Türk Telekomun çalışmalarından habersiz Hale, telefona “Emre” diye bağırıyor, haykırıyor ve hıçkırıklara boğularak ağlıyordu. Hale’nin sesini duyan annesi koşarak kızının yanına geldi. “Ne oldu, güzel kızım” dedi. Hale ağlayarak “Telefon kesildi anne. Emre ile konuşuyordum. Bir anda her şey gitti. Emre’ye bir şey yapmasınlar Anne, Ne olur bir şeyler yapalım” dedi. Annesi gülümseyerek kızına bugün Görele Belediyesinin anons yaptığını, telefon hatlarında çalışma olduğu için telefonlarda kesinti olabileceğini söyleyince Hale birden duraksadı. Acaba gerçekten öyle miydi? Hemen telefona sarıldı Hale, Babaannesinin numarasını tuşlamak istedi. Ancak telefonda çevir sesi yoktu…

Hale sakinleşmiş odasına çekilmişti. Biraz evvel gözlerinden damla damla dökülen göz yaşlarının ağırlığıyla uykulu gözlerle uzaklara dalmış düşünüyordu… Acaba Emre ne yapıyordu?

 

YER: HAKKARI – YÜKSEKOVA

Telefon bağlantısı kesilen Emre, bir süre sessiz kalmış sonra başka numarayı çevirerek hattında sorun olmadığını anlamıştı. Ancak birden kesilen elektriklerde neyin nesi diye düşünüyordu. Hemen binanın bir kolonunun köşesine gizlendi. Etrafta terörist olamaz diye düşünüyordu. “Bugün hepsini temizledik” diye söyleniyordu…

Dışarıdan esrarengiz sesler gelmeye başladı. Pencereden sarı ışıklar geliyor ve sanki içeriyi tarıyordu. Emre silahına sarıldı. Soluğu hızlanmaya başlamış, kalp atışları yükselmişti. Çevresine baktı Emre. Bulunduğu bölge bodrum kattı. Hiçbir asker göremiyordu karanlıkta. İçeriyi bir tek zemin katın hizasında olan ufak pencerelerden gelen ay ışığı aydınlatıyordu. Koşarak merdivenlere dayandı Emre. Yukarıdan silah sesleri gelmeye başlamıştı. Emre neye uğradığını şaşırdı bir an. Bu olamazdı. Bugün bütün teröristleri öldürmüşlerdi. “Bu bölgeye nasıl gelebildiler” diye düşündü Emre…

 

YER: BİRLİĞİN KUZEY NÖBETÇİ KULÜBESİ

Emin ve Zafer, en karanlık bölgede nöbet tutuyordu kulübesinde. İkisi de muhabbete dalmış, uzakta oldukları için kimsenin kontrole gelmeyeceğini düşünerek iyice kurulmuşlardı kulübe sandalyelerine.. Hatta Zafer biraz daha abartarak uzanmıştı sandalyelerin üzerine… Onları bekleyen sürprizden habersiz tüm bölüğü tehlikeye atmışlardı. Zafer ve Emin’in bu  büyük sorumsuzluğu tüm bölüğün sonunu getirebilirdi…

Bir ses geldi Emin’în kulağına. Zafer de duydu ama hiç istifini bozmadı. “Yabani bir hayvandır, otur kalkma boşuna“ dedi Emin’e. Emin yinede duramadı. “Ben bir bakayım” dedi. Emin kulübeden çıkmıştı. Kafasını yavaşça sağa doğru uzattı. Bir şey yoktu. Sola döndüğünde kafasına silah dayalı olduğunu gördü. Ağzı kapalı peşmerge silahını Emin’e doğru çevirmiş eliyle ileri gitmesini söylüyordu. Emin ne deniyorsa yapmaya mecburdu… Emin yavaşça ilerliyordu. Karanlıkta ilerledikçe gördüğü manzara karşısında eli ayağına dolaşmaya başladı. Yaklaşık 150 kişilik peşmerge grubu tam karşısında duruyordu. Hepside intikam duygularıyla sert bakışla yere çömelmesini söylüyorlardı…

İçeride her şeyden habersiz yatan Zafer, kapının açılmasıyla gözlerini kapıya çevirdi. Bir anda ne olduğunu anlayamadan kurşunları yemeye başladı. Bunu gören Emin “Hayır, şerefsizler, ne yaptınız siz, 1 yaşında çocuğu vardı onun” diyerek bağırıyor, hıçkırıklara boğularak Zafer’i vuran terörist’e doğru hırs içinde koşuyordu. Ama bu koşması çok uzun sürmedi Emin’in. Koştuktan 5 metre sonra arkadan gelen kurşunlarla Emin’de arkadaşı gibi şehit oldu…

Teröristler birliğin içine sızmıştı. Susturucu silah kullandıkları için pek ses çıkmamıştı…

Yukarıdan gelen seslerle irkilen Emre, tüm hızıyla basamakları çıktı. Üst katta askerler siper almış, gelen emirleri uyguluyorlardı. Emre hemen komutanının yanına koştu. “Neler oluyor komutanım” dedi. Komutan, “Emre, kuzey tarafından tahmini 150-200 kişilik peşmerge grubu içeri girmiş. Şu an birliğin içine yayıldılar. Çok dikkatli olmalıyız “ dedi. Komutanım elektrikler olsa kaçamazlar buradan, hepsinin işini bitiririz” dedi. Komutan “Evet, ama sanırım elektriği onlar kesmiş. Birliğin elektrik girişi kuzey kapısındaydı. Sanırım trafoya zarar verdiler. Kuzey kapısında nöbetçi kulubesinde jenaratör ile elektrik sağlanıyordu olası bir elektrik kesintisine karşı. Fakat elektrik bir süreliğine gidip gelmesine rağmen Zafer ve Emin uyanamamış. Akşamları olan kesintilerden birisi sandılar büyük ihtimalle. Sanırım şu an ikisi de şehit oldu” dedi. Emre, düşünmeye başladı. Ancak elektrikler gelirse bu vatan hainlerini yok edebilirlerdi. Yada sabah olmasını bekleyeceklerdi ama sabaha kadar kim bilir kaç kişi şehit olacaktı.

Emre duramadı. Yanına en çok güvendiği 15 askeri alıp trafoya gitmek için komutanından izin istedi. Komutanı “Emre, cesaretini anlıyorum fakat bu çok tehlikeli bir iş. Seni bu durumda harcayamam” dedi. Emre, “komutanım merak etmeyin. Ben bunların üstesinden gelebilirim” dedi. Komutan İlyas bey yapacağı başka bir şeyin kalmadığını düşünerek Emre’ye bu görev için izin verdi.

Emre yanına en güvendiği arkadaşı Ahmet’i de alarak 15 askerle beraber binanın arka tarafından kuzey kapısına ilerlemek üzere çıktı. Önlerinde bir tehlike daha vardı Emre’nin. Binaya arkadan gelebilecek saldırılara karşı önlem olarak arka bahçe mayınlarla döşenmişti. Emre, ne kadar zorlu bir göreve üstlendiğinin bilincindeydi. Askerleriyle mayın dedektörü ile ilerliyordu. Mayın tarlasının büyük kısmını kazasız belasız geçmişlerdi. Bir yandan da etrafta peşmerge olup olmadığına bakıyorlardı. Etraf sakin görünüyordu. Peşmergeler muhtemelen yan bölgeleri kuşatmış ön bölgeye sızma planları içerisindeydi. Mayın tarlasında ilerleyen Emre, Askerlerden Kadir’in mayına basma sesiyle duraksadı. Heyecanla arkasına döndü Emre… Kadir’in gözleri sulanmış, kalp atışları hızlanmıştı. “Komutanım, siz gidin. Ben siz dönünceye kadar dayanırım. Elektrikler gelince birlik kurtulacak, zaman kaybetmeyin. Birlik daha önemli siz gidin” dedi. Emre, gözyaşlarına hakim olmaya çalışıyordu. Kadir’i böyle bırakamazdı. Ama birlikten silah sesleri gelmeye başlamıştı. Birliği kurtarması lazımdı. “Hakkını helal et Kadir, eğer dönemezsek gerçek Dünya’da görüşmek üzere. Ama dönersek seni kurtaracağım aslanım. Sakın pes etme.” Dedi Kadir’e. Kadir, cesaretlenmiş, kendini toplarmış tok ses tonuyla “Emredersiniz komutanım” dedi. Emre, geride kalan askerlerle beraber trafoya doğru yola koyuldu…

Emre, askerleriyle beraber mayınlı tarlayı geçtikten sonra düz tarlaya çıktılar. Askerlerine bölgeye dağılması için emir verdi. 3’erli 5 kola ayrıldılar. Arka planda güvenliği sağlayan peşmerge grubuyla karşılaşan Ahmet’in grubu otomatik silahlarıyla hepsini taradı…

Emre, trafoya yaklaşmış, trafo binasını görünce koşar adımlarla içeriye girmişti. Komutanı haklıydı. Peşmergeler birliğin elektriğini kesmişti. Ancak, Emre elektriğin gitme nedenini görünce sevindi. Çünkü Elektriği sadece şalteri indirerek kapatmışlardı. Trafoya silahlar ile de zarar verebilirlerdi. Muhtemelen birlikten kimsenin buraya nasıl olsa ulaşamayacağı düşüncesini taşıyorlardı. Emre’nin şalteri kaldırmasıyla birliğin bahçesi birden ışık bahçesine döndü. Ortada kalan peşmergeler ne yapacağını şaşırdı. Telaşla kaçışmaya başladılar. Bir kısmı ise saklandığı siperden çıkmayıp Türk askerlerine saldırmaya devam ediyordu. Ortalığı aydınlık gören Türk birlikleri komutanlarından aldıkları “Kuş Kapanı” taktiği ile 1 saat içerisinde birlik bahçesini temizlediler. Ortalıkta cesetlerden başka hiç bir şey kalmamıştı…

Elektriğin geri gelmesiyle beraber Emre, 10 kişilik asker grubunu trafoyu korumaları için bırakmış , mayına basıp bekleyen Kadir için koşar adımlarla mayın tarlasına doğru ilerliyordu. Birlikten silah sesleri kuvvetlice geliyordu. Türk askerleri peşmergeleri sıkıştırarak dar bir halkaya hapsediyor, sonra da kuvvetli silahlar ile imha ediyordu. Bu sırada normal silahlardan başka bir patlama sesi duyuldu. Emre tam mayın tarlasında gelmişti ki, onu bekleyen Er Kadir Çamur’un havaya uçtuğunu görünce dona kaldı. “Hayır” diye bağırıyordu Emre… Göz yaşlarını tutamıyordu. Yanında bulunan 5 asker ve Ahmet’te ağlayarak Kadir’in yanına doğru koşmaya başladılar. Geçtikleri bölgeleri önceden tebeşir ile işaretledikleri için mayın tarlasından koşar adımlarla geçiyorlardı. Kadir’in yanına gelmişlerdi. Kadir’in bacakları kopmuş, kanlar içinde kalmıştı. Kana bulanmış yüzünü komutanına kaldırdı Kadir… “Başardınız Komutanım, birliğimiz kurtuldu. Bir asker şehit olsun varsın. Bu vatan bizlere emanet. Hakkınızı helal edin komutanım” dedi son kuvveti ile… Kan kaybına dayanamayan Kadir bayıldı. Emre, diğer askerlerle beraber Kadir’i omuzladılar. Mayın tarlasından ilerliyorlardı. Emre bu ilerleme sırasında “Hayır aslanım sen ölmeyeceksin. Bu vatanın senin gibi cesaretli askerlere ihtiyacı var.Kurtulacaksın” diye söyleniyordu.

Kadir’i birliğe getirmişler, hemen birlik doktorları tarafından ameliyata alınmıştı genç Kadir. Elbiselerini çıkarıyorlardı doktorlar. Kana bulanmıştı her yeri… Üst kıyafetini çıkarırlarken cebinden bir resim düştü Kadir’in. Kadir’in senelerdir sevdiği, nişanlısı Emel’in resmiydi bu… Ameliyathane’de bekleyen Emre “resmi bana verin, aslanım iyileşince o resmi ona büyütüp çerçeveletip ben hediye edeceğim” dedi. Ameliyat zor geçiyordu. Kadir’in daha fazla kan kaybetmeden getirilmesi hayati tehlikesini azaltmıştı.

 

2 GÜN SONRA

Gözlerini açmıştı Kadir. Birlik temizlenmiş, güneş camdan içeri vuruyordu… Kapı çalındı, “Girin” diye ses verdi Kadir. İçeri giren Emre idi. Elinde süslenmiş bir paket vardı. “Naber aslanım” dedi Emre. Kadir gülümsedi “iyiyim komutanım, bacak kısmım biraz ağrıyor o kadar” dedi. Emre gülümsedi… “Bacaklarının dizden altı parçalanmıştı Kadir. Şansına birliğimizde uzman ve Doçent Doktorlar vardı. Protez olarak bacağını montelediler dizine… Söylemelerine göre 4.5 ay sonra yürümeye başlayacakmışsın. Yalnız biraz sekeceksin… Ama sen kahraman bir askersin Kadir. Gazi madalyasını gururla taşıyabilirsin aslanım” dedi. Emre, Kadir’i alnından öperek boynuna Gazi Madalyasını taktı. “Bu sembolik Kadir. Aslını sana Yarbay Hüseyin Beydağ takacak. Sen artık bizlerin gururusun. Bütün halkın dilindesin. Kahraman asker diyorlar senin için” dedi. Kadir, gururlanmış hatta sevincinden ayağındaki ağrıyı unutmuştu. Emre, “ Aslanım sana bir sürprizim daha var, al bakalım hediyeni” dedi. Paketi Kadir’e uzattı Emre. Kadir merakla paketi açıyordu. Karşısında nişanlısı Emel’in büyütülmüş gümüş tabloyla çerçeveletilmiş resmini görünce gözyaşlarına hakim olamadı. Odanın telefonu çalmıştı. Emre telefonu açtı. Odaya girmeden askerlerine bir emir vermişti. “Allah Allah. Kadir telefon sanaymış, al bak aslanım. Bende beni arıyorlar sandım” dedi gülümseyerek telefonu Kadir’e verdi. Kadir merakla “alo” diye seslendi. Karşısındaki ses Emel’in sesiydi. Kadir hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Sadece “seni çok seviyorum aşkım” diyebiliyordu. Telefonun diğer ucunda Kadir’e moral vermek istercesine kuvvetli sesiyle Emel vardı. “Seni her zamankinden daha çok seviyorum Kadir, seninle gurur duyuyorum. Sana benim hayatım feda. Seni çok özledim” diyordu Emel. Kadir hıçkırıklara boğularak konuşmaya devam ediyordu. Emel’den sonra Anne, Baba ve kardeşleriyle konuştu Kadir…

Emre, Kadir bu duygulu anları yaşarken gözyaşlarını tutamamış, pencereye yanaşmış dışarıya bakıyordu. Kadir’in yerinde şu an kendiside olabilirdi. Telefondaki ses Hale ve kendi ailesi olabilir, yatakta yatar durumda olabilirdi…

Bu duygulu anlara daha fazla dayanamayan Emre, odadan dışarı çıktı. Çıkarken Kadir’e göz kırptı. Kepini başına takarak odadan ayrıldı. Alt kata inerek telefona sarıldı. Hale’yi arıyordu Emre…

Hale ise annesiyle beraber evden çıkmak üzereydi. Üzerini giyinmişti. Bugün İsmailbeyli Köyü’nde babaannesini ziyarete gideceklerdi. Hale’nin babası İsmailbeyli , annesi ise Kuşçulu köyündendi…

Çalan telefona Hale koştu. Telefonun ucundaki ses Emre’nin sesiydi…

Telefon’a meraklı seslerle seslenen hale “Alo” diyordu…Hale’nin sesini duyan Emre heyecanlı bir sesle “Hale’m” dedi. Hale arayanın Emre olduğunu anlayınca kalbi yerinden fırlayacakmış gibi olmaya başladı…

–          Emre, sen misin? Aşkım…

–          Benim Hale’m. Bugün aklıma düştün özlemle. Bir yolunu bulup telefon etmek istedim sana.

–          Aşkım, neredesin? Neler oldu? Senden haber alamadım. Bizim burada telefon hatlarında çalışma olduğundan telefon kesilmiş. Özür dilerim.

–          Önemli değil Hale’m. Biz seninle konuşurken peşmergelerin saldırısına uğradık. Elektrikler ve telefonlar kesildi. Askerlerle beraber birliğin elektriğini getirirken bir askerimiz mayına bastı. Kahraman Kadir… Bacaklarını kaybetti ama birlik kurtuldu. Kadir’i az önce nişanlısıyla konuşturdum Hale. Çok kötü oldum. O askerin yerinde ben de olabilirdim. Telefonla bacaklarım protez halde seninle konuşabilirdim.Onu düşünürken içim birden fena oldu. Bir yolunu bulup sesini duymak istedim. Umarım hayatım sende iyisindir…

–          Sus Emre, ALLAH yazdıysa bozsun. Ben senin her haline razıyım ama kendine çok dikkat et. Senin canın yanınca sanma ki ben burada rahat uyuyorum. Bizde şimdi Babaannemin yanına köye çıkıyoruz.

–          Tamam Hale’m. Benimde kapatmam lazım. Özel hattan arıyorum seni. Telefon hatlarımızda sorun var. Sonra yine aramaya çalışacağım. Beni merak etme asla. Kendime söz verdiğim gibi çok iyi bakıyorum. Sende kendine çok iyi bak. Görüşmek üzere Hale’m. Sabret mutlu günlere az kaldı. Sen her daim aklımdasın. Seni çok seviyorum tatlım…

–          Bende seni çok seviyorum Aşkım. Kendine her zaman çok iyi bak. Her zaman sende benim aklımdasın. Aklına gelirsem durduk yerde, anla ki seni düşünüyorumdur. Kalbim her zaman kalbinle. Beni de annem çağırıyor; kapıda bekliyor. Gitmem lazım. Görüşmek üzere Aşkım. Seni özlemle bekliyorum. Allahaısmarladık…

–          Güle güle Hale’m… Güle Güle…

Telefonu kapatan Emre’yi birlik komutanı çağırmıştı. Özel bir toplantıdan bahsediliyordu…

Hale ise annesiyle beraber taksiye binmiş İsmailbeyli Köyü’ne doğru yol alıyorlardı. Köy yolundan uzun zaman sonra çıkıyordu Hale. Köy yolları her köy yolu gibi bozuktu. Ağır ağır çıkıyordu şoför yollardan. Bir sürü viraj vardı…

İsmailbeyli Köyü’nün Camiyanı mahallesine gelmişlerdi. Gülden hanım taksiyi durdurdu. “Biraz bekler misiniz eşimi ziyaret etmem gerekiyor” diye rica etti. Taksiden indiler. Camiyanındaki mezarlığa girdiler. Mezar taşı yavaş yavaş görünüyordu… “Hakkı ÖZTÜRK” yazıyordu mezar taşında… Hale koştu mezara doğru. Babacığım diyerek mezarın üzerine kapandı. Gülden hanım üzerine düşen büyük hüzünle ağır adımlarla mezara doğru gelmek üzereydi. Gözyaşlarını tutamıyordu. Dizlerinin üzerine çömeldi…

–          Ben geldim Hakkı. Sana kızımızı getirdim yine. Seni özlüyoruz Hakkı. Çok erken bıraktın bizleri. Ne olurdu biraz daha yanımızda olsaydın. Şu an seninle beraber mutlu olarak dolaşsaydık. Bazen dayanamıyorum Hakkı. Yalnız kalmak ne kadar zormuş… Ben dayanmaya çalışıyorum 15 yıl sonra bile… Senin üzerine hiçbir kişi girmedi evimize ve de girmeyecek. Ben hala seninleyim… Her akşam beraber yatıyorum seninle. Duyuyor musun bizleri Hakkı. Görüyor musun bizleri?

Bunları Gülden hanım söylerken Taksici yoldan doğru olanları izliyordu koltuğundan… Gülden hanımın sesi zayıf bir tonla geliyordu… Ama bütün bu olanlar taksicinin gözlerinin sulanmasına yol açtı… Çünkü kendiside yetim büyümüştü…

Mezardan sonra Eseli mahallesine doğru devam ettiler. Yoldaki oluklu çeşmenin orada indiler. Hale ve Gülden hanım yaşlı gözlerle karşılarındaki olağanüstü manzarayı izliyorlardı. Ne bir araba sesi, ne de bir gürültü kirliliği… Her taraf birbirleriyle haberleşen kuşların sesiyle doluydu… Karşılarında tüm heybetiyle duran Haç Dağı eteklerinin diğer dağlarla birleştirmişti. Azıcık soluna doğru Kuşçulu Köyü de görünüyordu. Arkasında tüm heybetiyle Sis Dağı vardı… Hava çok netti. Sabahleyin çıkan kuvvetli rüzgar tüm sisi pusu götürmüştü. Etraf harika kokuyordu. Binbir bitkinin bir araya getirdiği bu muhteşem koku Hale ve Gülden Hanım’a bir huzur vermişti…

Çeşmenin biraz ilerisindeki patika yoldan aşağıya doğru yürümeye başladılar. Biraz ileride bir köprünün üzerinden geçiyorlardı. Altlarında akan Dere, önlerinde yıllar önce çok kuvvetli yağan yağmurun Dere kenarından kopardığı koca Kaya, az ilerisinde heybetiyle akan şelale… Hale gözlerini kapadı… Bir yandan Rüzgarın ağaçlarda çıkardığı yaprak ve dal seslerini , bir yandan da derenin şırıltısını dinliyordu. Soluduğu hava ise muhteşemdi. Bu havada asla bir kirlilik olamazdı. İnsanın burada bir ömrü huzurla gelip geçerdi…

Patikaya devam ettiler… Yollara örülmüş eski taşları düşündü Hale… Kim bilir bunları hangi insanlar ördü bu yollara… Hangi nasırlı eller çalıştı bu bastığımız kara taşların yollara döşenmesinde… Bir yol gelse buraya ne güzel olacak diye düşündü Hale. Bu mahalledeki çoğu insan yaşlıydı. Hastalıkta, fındık taşımada bir sürü sorun yaşanıyordu… Daha eskilerin yol vermemesi yüzünden şimdiki nesil hala patikaları kullanmak zorunda kalıyordu… Rahmetli babası sağ iken buraya yol getirmek için çok çabalamıştı… Annesi Gülden Hanım her köye gelişlerinde anlatırdı bunu… Görele’nin büyüklerine çok danışılmıştı… Ama kimse olumlu sözlerden başka bir icraat yapmamıştı… Babaannesi ve Dedesi yaşlı olan Hale, onları düşündü yolda yürürken. Bir yandan nefes nefese kalmış, terlemeye başlamıştı ama düşünmeye devam ediyordu… Neden köylerde birlik ve beraberlik sağlanamıyor diye düşünüyordu. Oysa bu insanlar biliyorlar ki; “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diyordu kendi kendine… Birlik sağlansaydı gerçekten tüm köyler güzel yerlere gelirdi. Ama herkes kendi işiyle ilgilendiği için başkasının sorunu ortaya çıktığında bir kenara kaçıyordu… Hale buna çok kızıyordu… Bu zihniyetin değişmesi gerekli diye düşünüyordu… Bunca düşünce yoğunluğunu bu patikadaki zorlu yürüyüşün getirdiği belliydi… Terlemiş ve nefes nefese kalmış olan Hale, karşısında Devlet kanalıyla gelen çeşmeyi görünce koşa koşa çeşmeye ilerledi. Aluminyum tası kaptığı gibi açtı çeşmenin musluğunu. Buz gibi su akıyordu… Tertemizdi… Suyu yudumladı Hale… Ferahlamıştı… Elindeki çantasıyla önlerindeki 4 basamak merdiveni çıkıp Babaannelerinin evinin önüne geldi. Eski köy eviydi… Kapaklı pencereleri, alt katı eski karataş ile kaplıydı. Üst tarafının duvarlarını amcası restore ederek güzel bir mavi tonuna boyamıştı… Evin önündeki dut ağacının altına oturdu Hale… Arkasındaki tarladan oyy oyy’lu bir türkü söyleyen kadın sesi geliyordu… Çok geçmeden bunun babaannesi olduğunu anladı Hale… Çantayı ve annesini oturakta bıraktığı gibi açtı tarlanın giriş kapısını… Hızlı ve gizli adımlarla ilerledi tarlaya… Babaannesi mevsimin son hasadını topluyordu. Üzerinde kırmızı – beyaz peştemalı vardı…Yavaş adımlarla yaklaştı Hale… Babaannesinin arkasından ellerini gözlerine doladı. Sesini değiştirerek “Bil bakalım kimim ben” dedi… Babaannesi gülmeye başlamış, “Torunum Hale” dedi… Hale ellerini çözdü… Babaannesinin ellerine kapandı…Ellerini öptükten sonra sarıldı babaannesine…

–          Oy kızım geldiniz mi sonunda… Gözümüzü yollarda bıraktınız… Bak neler topluyorum, neler yaptım sizler için… Acıkmışsındır sen şimdi…

–          Canım babaannem… İnan o ter kokan kokunu, nasırlı ellerini, şu eski insanlarda olan samimiyet ile sıcaklığını çok özlemişim…

Duygulanmıştı babaannesi… Kızım benim dedi sarıldı torununa… İleriden Gülden hanım da yaklaşmaya başladı… “Biraz da bana bırakın” dedi gülümseyerek… Kayınvalidesinin eline sarıldı Gülden Hanım da… Babaanne duygulanmış gözleri yaşlanmıştı… Gelini ile kızı kendisini ziyarete gelmiş, ama oğlu mezarlıkta yatıyordu…

“E, hadi gidelim bakalım evimize” dedi babaanne… Balkona çıkmışlardı… Peşinden evin içerisine girdiler… Koskoca bir yerdi hol… İleride mutfak tezgahı, sağ tarafta ise kuzine yeri vardı… Gümbür gümbür yanıyordu Kuzine… Çok güzel kokular geliyordu üzerindeki tencerelerden… Hale dayanamadı kapakları açmaya başladı teker teker… İlkinden mis gibi tarhana çorbası çıktı… İkincisinden Karalahana diplemesi… Üçüncüsünden hamsili pilav… Yanında da mis gibi köy yoğurdu…

Hale’nin iştahı kabarmıştı… Gülden Hanım gülümseyerek bakıyordu Hale’ye… Hale tencereleri karıştırmayı bitirdikten sonra arkasını döndü. Tahtalar ile yapılmış oda kapılarından birisi açıldı… İçeriden başında takkesi ile öğlen namazını bitiren Dedesi çıktı… Torunu ve gelinini gören Dede, gülümsedi… “Hoş geldiniz evlatlarım” dedi… Hale, koşarak dedesinin eline eğildi sonra da sarıldı… Peşinden de dedesinin hactan sonra bıraktığı sakalını öptü… Bu Dedesinin çok hoşuna giderdi… Hale’ye baktı Dede… “Güzel torunum benim, çok özledik sizleri… Çok geç geliyorsunuz… Altı üstü 5 – 6 km. yol var Çarşıdan buraya” dedi… Gülden Hanım biraz mahçup öpeyim Baba dedi… Elini öptükten sonra kucaklaştı geliniyle… “Haklısın Baba, inşallah bundan sonra daha sık geleceğiz. Kusurumuza bakmayın” dedi… Dede gülümsedi… “Haydi, sofrayı kuralımda yemeğimizi yiyelim, ne güzel de kokuyor yemekler” dedi gülümseyerek….

Hale, babaannesi ile annesini sofranın başına yolladı. “Sofrayı kurmak bana ait, siz sofrada bekleyin” dedi gülümseyerek… Sofrayı balkonda yerdeki sininin üzerine kurdu Hale… Uzun zamandır yerde dizleri üzerinde yemek yememişti… Amcası da gelmişti bu arada Hale’nin. 5 kişi oturdular sofraya… Hale uzun zamandır kalabalık olarak yemek yememişti… Bir annesi vardı bir de kendisi… İştahı açılmıştı… Bir yandan tertemiz kokulu hava, bir yandan rüzgarın oynattığı ağaç yapraklarının sesi ve huzur…

Daha sonra babaannelerinin eski ufak odasına geçti Hale… Ufak ekranlı televizyonu açtı… Trt’den başka hiçbir kanal net değildi… Odanın İki tarafında sürgülü ve kapaklı ufak pencereler vardı. Pencereleri açtı ve mandalıyla tutturdu… Dağ kokusu almak istiyordu… Birazdan odaya hafif serin güzel kokulu hava doluşmaya başladı… Karşısında Haç dağı vardı… Üzerinde Cenevizlilerden kaldığı sanılan Haç Kalesi… Yüksekliği 1000 m.’yi buluyordu… Keşke şuraya çıkabilsem diye düşünüyordu Hale… Köyde 5 gün kalacaklardı… Diğer pencereden baktı dışarıya. Tarlayı üstten seyrediyordu… Az ileride Kuşçulu köyü camisinin minaresi görünüyordu… İlerisinde de Sis Dağı… Aşağıdan diğer komşuların genç çocukları geçiyordu. Yukarı mahalleyle sıkı fıkıydı gençler… “Kaleye ne zaman çıkacağız” diye konuşuyorlardı aralarında… Bunu duyan Hale, bunu fırsat olarak düşündü, koşarak  balkondan aşağıya indi… Evin önündeki patikadaki çocukların yanına gitti. “Merhaba” dedi. Gençler de “Merhaba” diye karşılık verdi… Gençlerin içerisinde 4 kız, 5 erkek vardı… “Ben bu evin büyük oğlu merhum Hakkı’nın kızıyım” dedi Hale… Gençler duruma üzülmüş, “Aramıza katılabilirsin” istersen diye karşılık vermişlerdi… Gençlerin çoğu İstanbul da yaşıyorlar; mevsimlik tatillerini köylerinde geçiriyorlardı… Hale, gençlerle kaynaşmış Kale’ye çıkmak için ailesinden izin istiyordu…

Kaleye yarın çıkılacaktı…

Ertesi gün olmuştu… Hale, zar zor da olsa ailesinden izin koparmış ve Kaleye çıkacak olmanın verdiği heyecanla gece yarım yamalak uyumuş sabahleyin de erken kalkmıştı…

Hava kapalı ve biraz serindi. Hale, sırt çantasına kalede yemek üzere salatalık, domates, ekmek ve zeytin koyuyordu. Birde boş şişe aldı. Arkadaşlarının söylemesine göre Kalenin altında Dudu Suyu denilen bir çeşme vardı ve buz gibi suyu vardı…

Mahallede teker teker toplanmaya başlayan grup 17 kişiye ulaştı ve herkes ağır ağır dağa çıkan patikalardan yola koyulmaya başladı. Gece yağan çiğse toprağı biraz kayganlaştırmıştı. Havada acayip bir sessizlik ve huzur vardı. Tertemiz oksijeni çekerek bayır yukarı çıkmak ayrı bir zevkti onlar için…

Uzun bir yolculuk başlayacaktı. Grup kaleye yazında çıktığı için yol biraz açıktı. Kapanan yerleri de ellerindeki sopalar ile eğiyorlardı. Yolda kilim düzü denilen yere gelmişlerdi. Dümdüz eski bir tarlaydı burası. Dağcılar içinde güzel bir dinlenme yeri idi… Yaban domuzlarının çamurlanmak için bıraktığı iki tane çamurlu çukur da vardı burada… Yola devam ettiler hep beraber… Derelerin içinden geçtiler. Kalenin altındaki en zorlu yola gelmişlerdi. Ağuların kapadığı yerlerden ellerini yukarı kaldırarak geçiyorlardı. Pek çoğunun üzerindeki elbiseler dikenlerle dolmuştu. Ağuların içinden geçiyordu hepsi tek tek. Sıra Hale’ye gelmişti tümsek kısmı aşmak için. Hale tam atlayacakken ağuların arasına ayağı dolandı ve ağuların üstüne kapandı. Arkadaşları yardım ettiler ve Hale kurtuldu. Ama bu olay onlara bir müddet neşe kaynağı olmuştu. Hale dahil herkes gülüp duruyordu…

Kaleye gelmeden son durakları olan Dudu suyuna gelmişlerdi. Çeşmede susayan herkes sıraya dizilmiş, su içmek için yarışıyorlardı. Yaklaşık 2 saat boyunca yol yürüyorlardı. Buz gibiydi suyu. Hale çantasındaki şişeyi doldurdu ve kana kana su içti çeşmeden herkes gibi…

Sonunda Kaleye çıkmışlardı. Hava kapalı ve yer yer sisliydi. Kalenin arkasında Boğalı köyü, sağında Görele, solunda Tirebolu manzaraları vardı. Kaleye İsmailbeyli Köyü’nün bu gençleri bir Türk Bayrağı dikmişlerdi. Rüzgarla beraber çarpa çarpa dalgalanıyordu tüm heybetiyle. Bayrağı gören Hale’nin aklına Emre geldi… Duygusallaştı… Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı… Gruptakiler Hale’nin yanına geldiler ve ne olduğunu sordular. Hale olayları anlattı, Hale sustuğunda herkesi derin bir sessizlik kaplamıştı. Ortamda sadece serin hava ve rüzgarın sesi vardı… Biraz sonra toparlanan gençler Kale’nin altındaki büyük düz denilen düzlükte çay demlediler. Ekmek arası yapıp o buz gibi ve tertemiz havada eşi benzeri olmayan manzaraya karşı çaylarını içerek ekmeklerini yediler… Yanlarında getirdikleri radyodan da bir yandan müzik dinliyorlardı… Müziğin sesi sonda olmasına rağmen rüzgar ile dağılıyordu… Sadece radyonun yanındakiler kısık tonda müziği duyabiliyorlardı…

Yemeklerden sonra oyun oynamak için grup oluşturdular… Önce mendil kapmaca oynadılar… Kaygan olan yerlerde kaçarken düşenler gençlerin neşe kaynağı oldu. Daha sonra voleybol oynadılar. Düzlüğün etrafı yaklaşık 1 metre ağularla kaplıydı. Gençlerin voleybol ipi, üzerlerindeki terli elbiselerden oluşuyordu. Hatta bunu tutan çubuğu yere sabitlemek için kimisi eşofmanlarındaki ipi çıkarmışlar ağulara bağlamıştı. Bu durumu fırsat bilen ve resim hobisi olan Barış’ta bu manzaranın resmini çekmişti… Voleybol oynarken elinin ayarı kaçan Hakkı topu ağuların içine attı… Oyunda böylece noktalanmış oldu. Voleybol’dan sonra gençler yakar top oynuyorlardı… Tam bu sırada büyük düze bir sis indi… Yan yana duran gençler birbirini göremeyecek hale geldiler. Biraz sonra sis geçmişti. Rüzgarın şiddetini arttırması ile iri taneli yağmurun başlamasından sonra gençlerin Kale macerası noktalanmıştı. Dönüş için bayır aşağı inmeleri gerekiyordu. Dudu suyunun oraya gelmişlerdi ki yağmur iyice bastırmaya başladı. Sırılsıklam olmuştu hepsi… Patikadan önce inenler arkadan gelenlere göre şanslıydı. Çünkü toprağı iyice kayganlaştırıyorlardı. Arka sıradan Barış, Funda, Ayşe ve Hale gidiyorlardı… Ağuları zar zor geçti gençler… Peşinden büyük bir bayıra geldiler… Yavaş yavaş inerken arkadan gelen gruptan Funda ve Ayşe yan yana kaymaya başladılar aşağıya doğru. Önlerindeki Hale’ye de çarpıp düşürdüler. Aşağısı Kızılağaç ve dikenlerden oluşuyordu. Yaklaşık 7 metre kayan gençleri aşağıdaki diğer arkadaşları durdurdu. Kayma olayı bittiğinde gruptakiler göz göze geldi. Hepsi birden kahkahayı bastı… Yerde 7 metre kayan Ayşe, Funda ve Hale’nin durumu görülmeye değerdi. Yüzlerine varana kadar çamura bulanmışlardı. Gençler burada gülmekten bir süre yollarına gitmeye ara verdiler. Zaten hepsi sırılsıklam olmuştu…

Yaklaşık 2 saat sonra hepsi mahalleye geldiler. Evlere teker teker girerken hanelerden yükselen sesler birbirinden farklı değildi… “O ne hal, çabuk banyoya gir, üzerini değiş… Nasıl çıkacak bu çamurlar…” diyerek söyleniyordu evdekiler… Hale ise eve geldiğinde bu söylemler yerine, karşısında çamura bulanmış Hale’yi gören dedesi, babaannesi, amcası ve annesinin kahkahasıyla karşılandı… Hale’de dayanamadı, bir ara çok söylenmesine rağmen gülmekten kendini alıkoyamadı…

 

Yer: Hakkari – Yükseova ( Özel Görüşme Odası)

Gizli toplantı başlamıştı. İçeride Doğu’da kırmızı alarm komutasını veren ve tüm doğu illerindeki kritik bölgeleri 3 aydır teker teker gezen Yarbay Ahmet Özgüvenç, Birlik komutanı Necdet Kanber, subaylar, rütbeli diğer komutanlar ve askeriyedeki özel timden Emre ve arkadaşı Ahmet vardı…

Yarbay Ahmet Özgüvenç konferans veriyordu. Konuşmasında şunları vurguluyordu…

“Beyler, yaklaşık 3 aydır Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki bütün kritik birlikleri, özel harekat timlerini geziyorum. Hepsine burada anlatacaklarımı anlattım. Dünyanın süper gücü olduğunu iddia eden ve her yere barış getireceğini vaad eden Amerika, Kürtleri, Türkleri, Türkmenleri ve Arapları orta doğu’da birbirine düşürmek için elinden geleni yapıyor. Diğer yandan da Ermenileri destekliyor, Yunanlılara ve Rumlara destek veriyor. Bunun yanında da Türkiye’ye müttefik görünüp dost geçiniyor. Türkiye’nin tezkereyi çıkarmamasını içlerine hala sindiremediler. Bizlerde Süleymaniye deki Çuval olayını unutmadık. Bu ülke o kadar kritik topraklara sahip ki , üzerimizde çok oyun oynanmaya çalışılıyor. Irak’a girdiler. Petrolü Kürtlere verdiler. Bir kürt devleti kurulmasına izin verdiler. Bunun yanında Türkmenleri ve Arapları petrol bölgelerinden sürdüler. Pek çok masum insanı zehirli gazlarla zehirleyip öldürdüler. Kadınların ırzına geçtiler. Ebu Garip’te yatan mahkumların organlarını söktüler ve İsrail, Amerika, İngiltere’deki zengin hastalara sattılar. Ebu Garip’te hiç suçu olmayan insanları çıplak şekilde üst üste dizip tecavüz ettiler. Namaz kılanlara saygı göstermediler. Camiye baskın yaptılar. Yerde yatıp beyaz bayrak gösteren Iraklı insanı kameraların önünde öldürdüler. Bütün bunlar Amerika’nın psikolojik savaş uygulamalarıdır. Amerikan basını bu yönde çok iyi çalışıyor. Rambo ve benzeri filmlerde Amerikalıları ölmez askerler, yenilmez askerlerden oluşan birlikler olarak halkın beynine empoze ediyorlar. Dünya’da en çok Hollywood filmleri izleniyor. Bunlarda bunu fırsat bilerek psikolojik etki yapacak filmler yapıyorlar. Bunları da destekliyorlar. Tüm bunların yanı sıra Türk Medyası da bunlara çanak tutuyor. Türkiye’de gösterilmeyecek ne kadar açık varsa hepsini gösteriyorlar. Hiç birisi ülke üzerinde dönen dolaplardan haberdar değilmiş gibi Türkiye’nin hali bu dercesine bizleri zor duruma sokacak haberler yapıyorlar. Hatta bunların içlerinde kimi Amerikan ajanları da var. Şu an Türkiye’de bir savaş olsa Amerikalılar Türkiye’yi vursa, hiçbir basın kuruluşunu vurmazlar. Basın da bunu anlamaz neden bizi vurmadı diye. Çünkü halk evden televizyon kanallarını izleyecek, Türk medyası da Amerika şurayı ele geçirdi, burayı vurdu gibi haberlerini yayınlayacak. Bu da halk üzerinde olumsuz etki yapacak ve herkesi evine kapanmaya zorlayacak. Türk Medyasının böyle bir durumda yapması gereken tek şey evde kanalı izleyen bütün Türk insanına moral vermektir. Bütün Amerikan saldırılarını haberlerde pas geçip, Türk birlikleri Amerikalıları durdurdu, şu kadar Amerikan kaybı var gibi tek yönlü haberler yapılmalıdır. Türkiye- İsviçre maçında bile ,Türk Medyası Türk futbolcuları kötüledi. Oysa ki İtalya’da oynanan Roma –Galatasaray maçında İtalyanların bizim futbolcularımıza saldırmalarını İtalyan yönetmen engellemiş kameraları tribünlere çevirmişti. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Ancak başında da dediğim gibi bu ülke üzerinde çok oyun oynandığı için kim Türk, kim ajan onu da kestirmek zor!

Bu ülkenin baş belası olan Abdullah Öcalan zamanında Türkiye’nin derin devletindendi. Daha sonra Doğu’da ayaklanma çıkarılmasını isteyen Amerika, İsrail ve İngiltere tarafından desteklenerek bölgedeki Kürt halkı da bağımsız bir Kürdistan hayalleriyle kandırılarak bu cennet ülkeye düşman yapıldı. Bakınız ki, binlerimizin katili Abdullah Öcalan halen İmralı’da yaşamını sürdürmekte, avukatları ile görüşüp direktifler yağdırabilmektedir. Bunu neden engelleyemiyoruz? Neden şuracıkta kafasına iki kurşun sıkamıyoruz? Bunlarda hep özel ilişkiler, gizli bilgiler mevcut. Aynı durumda Bin Laden’de de var. Zamanında Afganistan’da Amerika’nın ajanıydı. Sonradan kandırıldığını anlayınca Amerika’ya karşı savaş başlattı. Amerika nasıl oldu da anladı ikiz kuleler patlayınca hemen Bin Laden olduğunu. Aslında kuleleri olayı İslam dünyasına yıkmak isteyen İsrail ve Amerikalılar bile yıkmış olabilir. Patlamadan önce özel simgelerle birkaç yere mail geçilmiş. Maildeki karakterler Word programında “Wingdings 2” ile yazılmış. Kimse ne olacağını anlamamış. Bu simgeleri verdana fontuna çevirince patlayan uçağın seri numarası olduğu ortaya çıkmış. Özel simgelerle ve gizli işaretlerle anlaşan tek kavim de İsrailoğlulları yani Yahudi, Masonlardır. İkiz kuleler patladığında da basınlara bile taşınan bir başlık vardı. Ölenlerin içinde bir tane bile Yahudi bulunmuyordu. Bu konuları bilgilerinize sundum beyler. Bu bölge üzerinde tüm oynanan oyunlardan haberdar olunuz ki, olası bir olayda psikolojik dengeyi koruyabilesiniz. Hangi olayların neden ve kim tarafından yapıldığını görebilesiniz, ona göre tepkinizi verebilesiniz diye. Anlaşılmayan bir şey var mı beyler! “

Yarbay’ın konuşmalarını herkes dikkatle dinlemiş ve akıllarındaki sorular bir bir cevaplanmıştı. Bundan sonra daha dikkatli olmaları gerekiyordu. Çünkü en kritik sınır bölgesinde bulunuyorlardı…

Emre toplantıdan aklındaki soru işaretleri cevaplanmış olarak çıktı. Birlik komutanıyla özel görüşme istedi. Komutanı 1 saat sonra Emre’yi odasında kabul etti.

–          Komutanım, sizden son bir baskın için izin istiyoruz.

–          Ne baskını?

–          Komutanım sınırın hemen ötesinde bulunan dağda bir peşmerge kampı tesbit ettik. Askerliğimizin yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Askerliği Bitirmeden son bir defa bu ülkeyi düşmanların emellerinden uzak tutmak istiyoruz. Arkadaşlarımla görüştüm. Destek verenlerin sayısı az değil!

–          Emre, bu seni aşan bir durum. Sen unutma burada özel görev alan bir askersin. Birlik komutanı olarak karar verirken üstlerime danışmak zorundayım. Sen de aynı konumdasın.

–          Anlıyorum komutanım, o zaman sizden görev için emir bekliyoruz.

–          Tamam Emre, ben gerekli irtibata geçip gereken neyse ona karar vereceğim.

 

Emre odadan çıkmış arkadaşı Ahmet ile görüşüyordu…

–          Ahmet, bu bizler için artık yapılması zorunlu bir görev. Yarbay’ın söyledikleri hala kulaklarımda çınlıyor. Nasıl olur, kardeşi kardeşi vurdurmaya kalkar bu şerefsizler! Orta Doğu’da yıllardır dönen dolaplar var deniliyordu, ama basın ile hep gizleniyordu. Bu peşmergeler bölge için ciddi tehlike! Son 2 ayımız kaldı bunları buradan temizlemek zorundayız.

–          Haklısın Emre, benimde içime sinmiyor  Bu lanet olası kuklalar Türkiye’yi ne sanıyor? Artık bu işin bitmesi gerekiyor. İşin içinde gizli eller var. Süleymaniye olayında bile Komutana savaşma izni verilmemişti. O çuval olayını bu lanet olası kuklalara sormalıyız artık!

–          Bu iş için elimden geleni yapacağım. 2 ay kaldı tezkeremize. Artık bıktım hırsız polis oynamaktan. Hırsızların kökünü kurutmadan bana rahat yüzü yok!

Aradan 16 saat geçmişti. Emre’yi birlik komutanı çağırdı. Emre, görevini duyduğunda sevinçten gözleri parladı. Yarbay’ın konuşmaları etki etmiş olmalıydı ki emirler aynen  istediği gibiydi.

3 gün sonra “Sis Pusulası” operasyonu başlayacaktı. Tüm birlikte büyük bir çalışma ve hazırlanma vardı. Hepsi şehit olmak için konsantre olmuştu adeta. Tüm silah depoları teker teker kontrol ediliyordu. Saldıracakları kampta aşağı yukarı 500 peşmerge bulunuyordu. Birliğe Hakkari Merkez’den ek destek gelmişti. Arazi saldırısı olacaktı bu operasyon…

3 gün geçmiş sabah güneş ışımadan birlik çoğunluğuyla harekete geçmişti. Sessiz sedasız karanlığın esrarengiz ortamında Kahraman Türk Birliği ilerliyordu. Akıllarda aile, gelecek ve şehitlik vardı.

Dağın yakın bölgesine gelmişlerdi. Bölgeyi kontrol eden peşmerge nöbetçileri bu sessizlikten şüphelenmişlerdi. Bölgeyi gece görüş dürbünleriyle kontrol ediyorlardı. Birisi ileride bir hareket gördü. Koşa koşa peşmerge başına “İleride bir şeyler var galiba. Tam emin değilim. Kamp dikkatli olsun.” dedi. Nöbetçi durumu bildirene kadar diğer nöbet tutan peşmergeler susturucu silahlar ile öldürülmüştü. Türk birliği 3 kola ayrılmıştı. Yerine dönen nöbetçi diğer arkadaşlarını ölü görünce silahıyla baskın ateşi attı. Peşmerge kampı bir anda karıştı. Onlarda 3 gruba ayrıldılar. İlk grup Türk birliğiyle çetin bir çatışmaya girdi. Çok geçmeden bir kısmı ölü olarak ele geçirildi. Emre ve Ahmet 3. Türk grubunun başındaydı. 2. Türk birliği ise 2. peşmerge grubunu dağıtmış fakat 56 şehit vermişti. Arkadaşları şehit olan sağ askerler, arkadaşlarını göz yaşları içerisinde taşıyordu… İçlerinden beddualar ediyor, arkadaşlarının yüzlerine bakarak gözyaşlarını hıçkırıklarla birleştiriyorlardı…

  1. Türk birliği ise en büyük kola ayrılan peşmerge grubunun peşine düşmüştü. Emre ve Ahmet bu grubu kahramanca idare ediyorlardı. Emre tüm zekiliğiyle grubu idare ediyor, bir yandan da peşmergelere ağır kayıplar verdiriyordu. Bir dağın arkasında kalmıştı Emre, 3. Türk grubu ise dağı çevrelemiş peşmergeleri kovalıyordu. Tam dağılmayan 1. peşmerge grubu Emre’nin kaldığı yeri kuşattı. Emre arkasını dönmüş ateş ederken kafasına bir silahın dayandığını hissetti. Arkasında Ahmet vardı. “Nasıl olur beraber savaştığımız Ahmet düşmana yardım eder. Bu olamaz.” Diye düşünürken çekingen gözlerle arkasında döndü.

Ahmet ileride 5 Türk askeri ile beraber esir alınmış; Emre’nin başına silahı dayayan Peşmerge’de aynen Emre’nin onların bulunduğu yere gitmesini söylüyordu. Emre dediklerini yapmak zorundaydı. 7 askeri rehin alan peşmerge grubu oradan gizli bir yere geçiş yaptı.

Geride kalan Türk birlikleri ise ortalıkta peşmerge bırakmadı. Hepsini ölü ele geçirdi. Birlik komutanı olayın sevincini yaşarken Ahmet ve Emre’yi sordu. Gelen cevap ise Ahmet ve Emre’nin şehit olduğu yönündeydi. Birlik komutanı göz yaşlarına hakim olamadı. “O iki kahraman askerin cenazelerini istiyorum. Hemen bulun bana onları.” dedi. O kadar aramalara rağmen cenazeler bulunamamıştı…

Ertesi gün birlik önünde konuşma yapan Birlik Komutanı, üzgün bir sesle Emre ve Ahmet’in esir alınmış olabileceğini bunun dışında 5 askerin daha kayıp olduğunu söyledi. Bu olay Türk ulusal basınına yansıdı. Tv’lerde, Gazetelerde Rehin alınan 7 askerin isimleri ve resimleri boy gösteriyordu.

 

GÖRELE ( Komutanın konuşmasından 1 gün önce akşam üzeri )

Her şeyden habersiz hale uzun zamandır izlemediği Tv’nin karşısına geçmiş can sıkıntısını giderecek bir program arıyordu. Saat 19.15 civarıydı. Her kanalda haber programları vardı. Birden Emre ismini duydu kanalları değişirken. Kanalı geri getirdi. Haberde kayıp Türk askerlerinin isimleri ve resimleri gösteriliyordu. Emre’nin resmini gören Hale derin bir şok içerisinde “Emre” diye bir çığlık attı. Sesi Görele, Kumyalı mahallesinde adeta yankılanmıştı. Annesi evin üst katından koşarak aşağıya indi. Gördüğü manzara karşısında Anne Gülden hanım da gözyaşlarına tutamıyordu. Birazdan evin kapıları çalmaya başladı. Hale’nin çığlığını duyan bütün mahalle sakinleri eve koşmuştu. Durumu gören herkes Hale’nin üzüntüsünü paylaşıyor, moral vermek için elinden geleni yapıyordu. Evleri bir anda kalabalıklaşmıştı. En sonunda içeri Ahmet Dede girdi. Mahallenin en yaşlısıydı. Çok şeyler yaşamıştı. İçeride gördüğü manzaraya sinirlenmiş birden bağırmıştı.

–          Ne oluyor orada, cenaze mi var? Nedir bu korku, heyecan… Şehit olsa ne olacak? En yüksek mertebeye erişecek. Senin gibi cesaretli bir kıza yakışıyor mu bu hiç? Eğer esir alınmışsa ne yapar eder oradan kurtulur Kahraman Türk askerleri !

Ahmet Dede’nin bağırması evi bir anda toparlamıştı. Yaşlı ve saygıya değer bir insan olduğu için kimsenin sesi çıkmıyor, herkesin başı öne eğilmiş şekilde susuyorlardı. Hale yanına gelen Ahmet Dede’nin ellerine sarıldı. Ağlamaklı gözlerle hıçkırır şekilde konuşmaya çalışıyordu…

Ahmet Dede’nin tembihleri sayesinde Hale kendini toparlamış Emre’nin sağ olması ve eğer esir ise kurtulması için dua ediyordu sürekli. Gülden Hanım da kızına her türlü desteği veriyordu.

Hale’nin pembe yanaklarından ara ara yine gözyaşları süzülüyordu. Burnunu çekiyordu durmadan ama ağlamamak için güçlü kuvvetli durmaya çalışıyordu.

Hale ile Emre’nin adı bu olaydan sonra Tüm Görele çarşısında konuşulmaya başlandı. Kahvede oturan Mustafa ve Ertuğrul’un arasında şu konuşma geçiyordu. Mustafa başladı önce söze;

–          Halen böyle aşklar kaldı mı günümüzde? Şimdi ki nesil bir acayip oysa ki… Kim kiminle belli değil. Ama böylesi de varmış demek ki helal olsun şu gencecik gönülden sevenlere…

–          Al benden de o kadar. Hem de Görele gibi bir yerde duyuldu bu. Artık seneler sonra bile anlatılır efsane gibi. ALLAH hayırlısıyla kavuşturur inşallah. Burada onları mutlu şekilde tüm Görele görür. Zaten böyle bir şey olsa tüm Görele gider herhalde düğünlerine. Duymayan kalmadı ki…

–          İnşallah, bakalım ALLAH dediğin gibi hayırlısıyla kavuştursun bunları…

–          Amin…

Peşmergelerin 7 Türk askerini esir alması Türkiye’yi harekete geçirmişti. Hale, günden güne eriyordu ama en büyük destekçisi ve en yakın arkadaşı Ayben’in sayesinde ayakta durmaya çalışıyordu…

 

KAÇIRILMA OLAYINDAN 10 GÜN SONRA (Yer: Hakkari – Yükseova İlçe Merkezi)

Peşmergeler uzun bir saklanmanın ardından yiyecek stoklarının tükenmesiyle ilçeye adam gönderiyorlardı. İlçeye fazla göze çarpmamak için normal kıyafetle gittiler kestirme yollardan. Saklandıkları dağ ilçeye çok uzak değildi…

Kapısında Türk Bayrağı asılı bir market gördüler. Konuşmaları anlaşılmasın diye bu dükkana girdiler. Selam verdiler, bakkal Hacı Kemal Efendi “Aleykümselam” diye karşılık verdi…

–         Kürtçe Biliyor Musun?

–         Hayır, Ben Türk’üm. Sadece Türkçe biliyorum.

–         Tamam,tamam… Sadece sorduk…

Bakkalın Kürtçe bilmediğini duyan peşmergeler aralarında Kürtçe konuşmaya başladılar…

–         Reis ne istemişti?

–         Kuru yiyecekler alıp çıkalım işte, çok fazla durmayalım. Fazla göze batmadan sığınağa geri dönelim…

–         Tamam…

Peşmergeler marketten alışveriş yaparken Kürtçe bilmediğini söyleyen Hacı Kemal Efendi aslında çocukluğundan beri Kürtçe biliyordu. Fakat bölgedeki olaylardan haberi olduğundan her müşteriye tedbirli yaklaşıyordu. Son derece akıllı ve kurnazdı Kemal Efendi… Gizlice peşmergelerin aralarında geçen konuşmaya kulak vermeye devam ediyordu. Durumu yavaş yavaş anlamış Türk askerlerini kaçıran kişilerden olduklarını anlamıştı.

Peşmergeler alışverişi bitirmiş ödemeyi yapıp dışarı çıkmışlardı. Kemal Efendi peşmergelerin biraz uzaklaşmasını bekledi. Hemen telefona sarıldı. Yüksekova Emniyet Teşkilatını arayıp durumu anlattı. Emniyet Genel Müdürlüğü hemen Jandarma ile irtibata geçti…

Peşmergeler alışverişe devam ediyorlardı. Fazla göze batmamak için ayrı gruplar gibi yürüyorlardı. Bölgede bir anda Askerler belirdi. Peşmergeler neye uğradıklarını şaşırarak etraftaki binalara gizlendiler. Hepsinin üzerinde silah yoktu. Silahsız peşmergeler bölge halkının yardımıyla hemen yakalandı. Silahlılar ise ilçe merkezinde askerlerle çatışmaya girdiler. Her yerleri kuşanmıştı. Çok sürmeden 7 peşmerge ölü , 6 peşmerge sağ yakalandı. Sağ peşmergeler hemen alel acele sorguya alındı. Hiç birisi konuşmuyordu. Odaya Emniyet Genel Müdürü Sabri Bey girdi. İri yarı , cüsseli, korkmayan biriydi. Gür sesinden korkardı herkes. Sabri Bey odaya girdi , girmesiyle beraber gürledi. En baştaki peşmergeye çok kuvvetli bir yumruk indirdi. Ne olduğunu bile anlayamayan peşmerge yere yığıldı ve bayıldı. Durumu gören peşmergeler korkuya kapıldı. Yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Çünkü biliyorlardı ki işleri zorlaştırdıkça kurtulmaları imkansızdı.

Bölgeyi öğrenen Jandarma geniş çağlı operasyon başlattı. Dağın etrafı sarılmıştı. Bölgede nöbet tutan peşmerge askerleri görünce koşarak mağaradaki Reislerinin yanına gitti. Durumu anlattı. Reisleri “Kahretsin, bir işi beceremediler” diye hışımla peşmergeleri topladı.

Rengi atmış, aç susuz kalmış 7 Türk askeri elleri ve ayakları bağlı yerde yatıyorlardı. Türk askerlerinin operasyonunu duyunca Emre kendine geldi. Son kuvvetiyle doğruldu. Peşmergeler operasyonu bastırmak için hazırlandığından ve elleri ayakları bağlı askerlerin bir şey yapamayacaklarını düşündüklerinden hiçbir tedbir almayıp dağdan silahlarla çıkarak kayalıkların arkasında siper almaya başladılar. İçerde Emre ise tüm arkadaşlarını teker teker dürterek uyandırdı. Bu bizim için büyük şans diye mırıldanıyordu. Emre içerdeki yanan ateşin yanına sürünerek gitti. Ayaklarını uzatarak ipleri yaktı. Peşinden ellerini uzatarak ipleri yakmaya çalıştı. Çok sıcaktı ve acı çekiyordu. Bu bizim son şansımız diye dişlerini sıkarak kendini tutuyordu. Sonunda ipler yanmış Emre serbest kalmıştı. Hemen tüm Türk askerlerinin ellerini ve ayaklarını çözdü. İçeride duran kendi teçhizatlarını kapıda sürekli 2 nöbetçi duracak şekilde sıra sıra değişerek aceleyle giyerek mağaranın çıkış kapısına yaklaştılar. Kapının çıkışında 5 peşmerge vardı.

Emre ellerini göğe kaldırdı. “Bizleri gören ALLAH’ım sen ulusumuz adına bizlere yardım et. Bizlere bu halimizde güç kuvvet ver. “ dedi. Bütün Askerler “Amin” diyerek dua ettiler. Emre, “Türk Ulusu için, Vatanımız, Bayrağımız ,Milletimiz, Anamız , Babamız, Sevdiklerimiz için saldırın” komutunu verdi. Anne, baba, bayrak, ülke adını duyan Kahraman 7 mehmetçik bütün kuvvetlerini harcayarak ellerindeki silahlar ile peşmergeleri teker teker bıçaklar ile vurmaya başladılar. Kendi teçhizatlarını kullanan peşmergelerin ölmesiyle teçhizatları kendi üstlerine alan Mehmetçikler diğer peşmergelere doğru ateş açtılar. Bölgeyi kuşatan Jandarma silah seslerini duyunca kayıtsız kalmadı ani bir hareketle onlarda harekete geçti. Emre arkadaşlarıyla beraber kahramanca çarpışıyordu. Alt taraftaki peşmerge ne olduğunu anlamak için mağaraya bakarken Jandarmanın saldırısıyla dağıldı…

Yalancı Güneş batmaya yüz tutuyordu. Dağın kuzeybatı cephesi gölgede kalmıştı. Güneş ilçe üstüne vuruyordu. Silah sesleri kesilmiş, sevinç çığlıkları duyuluyordu. Bölge halkı da olay yerine gelmişti. Emre ve beraberinde 10 gündür esir olan diğer Mehmetçikler kurtulmuştu. Bölgeden koşan ana, babalar, nineler, kendi evlatlarıymış gibi sarılıyordu kurtulan askerlere. Emre ve diğer Mehmetçikler gözyaşlarını tutamıyorlardı. Emniyet Müdürlüğü olay yerindeydi. Büyük bir Türk Bayrağı çıkarıldı. Herkes hep bir ağızdan “Bu Bayrak İnmez, Vatan Bölünmez” diye bağırıyordu. Fazlasıyla coşan bölge halkını Jandarma sakinleştiriyordu. Çünkü hepsi peşmergelerin cesetlerine saldırmak istiyorlardı. Cesetleri ise toplamak Jandarmaya kalmıştı…

Ertesi gün olmuş Hakkari Yüksekova ilçe merkezinde tören yapılıyordu. Ulusal tv kanalları, gazeteciler hepsi oradaydılar. Konuşmayı Yarbay Ahmet Özgüvenç yapıyordu. Bölgede verdiği konferanslarla Peşmergelerin kökünü kurutmaktaki en büyük pay sahibiydi kendisi.

“Bu Millet sizlerle gurur duyuyor Kahraman Mehmetçikler. Uzun zamandır böyle ulusal kalkınmayı bekliyorduk. Çanakkale gibi destanları yaşamaya yaşamaya Ulusumuzda Milli duygular yeterince ilgi alaka görmüyordu. İşte böyle Ulusumuzu kalkındıracak Kahramanlarımıza, böyle Kahramanca olan birlik ve beraberliğe ihtiyacımız vardı. Ulusumuz olarak hepimizi temsil edeceğini düşünerek bu kahramanlara Onur Madalyalarını takmaktan gurur duyuyorum. “

Kürsüye kaçırılan 7 Türk Askeri geliyordu. Çevrede büyük bir kalabalık vardı ve büyük bir alkış tufanı koptu. Herkes hep bir ağızdan “Bayrak İnmez, Vatan Bölünmez” diye tempo tuttu. Bu slogan Yüksekova sınırlarını aşmıştı… Ellerde Türk Bayrakları ile ortalık büyük bir kenetlenme yerine dönüştü. Kürsüye çıkan askerler halkı selamladılar. Sonra Yarbay ile ve Komutanlarıyla teker teker tokalaştılar. Onur madalyaları takılırken kalabalıktan sadece alkış sesleri yükseliyordu. Kimi Tv kanalları yayınlarını kesmiş olayı Ulusa Canlı aktarıyordu. Türkiye Hakkari’de yaşanan bu olayla resmen yeniden Çanakkale ruhuna bürünmüştü. Olay dış ülkeler tarafından dikkatle ve korkuyla izleniyordu. Özellikle Amerika cephesinde derin bir sessizlik vardı…

Tv başlarında gözyaşlarına boğulan Emre’nin ailesi ve sevdiği Hale ile annesi Gülden Hanım; Emre ve onun gibi kahraman diğer Mehmetçiklerle her Türk insanı gibi gurur duyuyorlardı… Hale uzun süredir göremediği Emre’yi tv ekranında görünce dayanamadı ekrandan doğru Emre’yi öpmeye başladı. Arkadaşı Ayben ise olaydan fazlasıyla etkilenmişti gözleri ve yüreği dolu doluydu…

Ve artık günü gelmişti. Emre ve diğer asker arkadaşları teskerelerini sırasıyla alıyorlardı. Hepsinin gözleri dolu doluydu. Askerlikleri süresince bir çok olay yaşamışlardı. Emre’nin gözü dağlara doğru dalmış, yaşadıklarını düşünüyordu. Arkasından bir el geldi omzuna doğru. Emre dalgınlığını bırakıp arkasına döndü. Karşısında Ahmet vardı. Gözyaşları içinde iki arkadaş birbirlerine sarıldılar. İkisi de birbirini sıkı sıkıya sarmış gerçek dostluk budur dedirtecek tarzda kenetlenmişlerdi.

Askerler gruplar halinde otobüs terminalinin yolunu tutarken Emre birlik kapısından çıktıktan sonra arkasına dönüp baktı. Artık bir asker değildi ama her zaman kalbi bu vatan için çarpıyordu.

Terminale geldiklerinde bütün askerler son defa vedalaşıyorlardı. Hepsi otobüs koltuklarına bindiklerinde yan yana duran arabalardan son defa birbirlerini selamlıyorlardı. Hepsinin içinde garip bir hüzün ve anaya, babaya ve yarlarına kavuşma heyecanları vardı. Emre’nin durumu ise diğerlerinden daha da karmaşıktı. Hale’ye uzun süredir hasret kalmıştı. İçindeki sevgisi hiçbir zaman eksilmemiş aksine daha da büyümüştü…

Emre önce Van’a geçti. Oradan Trabzon’a giden bir otobüse bindi. Trabzon’a geldiğinde sabahın 5’iydi. Otobüsten indi, dışarısı serindi. Sabah ezanı okunuyordu. Emre sabah namazını kılmak için camiye doğru yürümeye başladı. Uzun süredir namaz kılamamıştı. Sabah namazından sonra 10 rekatta şükür namazı kıldı. Camiden çıktıktan sonra bir lokantaya gitti ve sıcak bir çorba ile içini ısıttı. Güneş ışımaya başlamıştı. Gün aydınlandıkça Emre, uzaklara doğru dalmış, uzun süredir kuraklıkta kalmanın etkisiyle yine aynı manzaranın hayalinin içindeydi … Lokantadan çıkıp havayı soluduğunda ise tüm her şey değişmişti onun için. Karadenizin kokusu geliyordu burnuna. Olduğu yerde dönüyordu Emre, her yer yemyeşildi. Sessizlik , huzur ve Karadeniz…

Emre Görele dolmuşlarına bindi. 1 saatlik bir yolculuk sonunda Görele’deki üst geçidin altında indi. Saat 8’e geliyordu. Görele harikaydı… Sabah saatlerinde çarşı bomboş, derin sessizlik, ileriden gelen ses ise, Karadenizin Görele sahillerine çarptığı dalga sesleriydi… Emre özlemini duyduğu Karadeniz’e doğru yürüdü önce. Hala inanamıyordu,  bir rüyada gibiydi. Gözlerini odaklamıştı önündeki Karadeniz’e… Arka tarafta ise yemyeşil dağlar, kulağında rüzgarın uğultusu, burnunda yeşil tabiatın denizle birleştirip oluşturduğu o enfes koku… Kendinden geçmişti Emre.

Ayben sabah saatinde otobüs terminalinin önünden yürüyerek fırına ekmek almaya gidiyordu. Sahili seyrede seyrede giderken gözüne bir manzara takıldı. Gözlerine inanamadı Ayben. Sahildeki kayaların üzerinde oturan Emre idi. Hemen koşa koşa Görele Belediyesine gitti Ayben. Belediyeden tanıdıkları vardı. Görele Belediye Başkanı Ertuğrul Melikoğlu, Emre’nin kaçırılma ve kurtulma olaylarından sonra Emre’nin Görele’ye ilk gelişinde bir karşılama yapacağını söylemişti. Sahilde olan ve gözlerini kapayıp rüzgarın sesini dinleyen, tertemiz havayı soluyan Emre, Belediyenin anonslarını duymuyordu. Belediyeden ise Emre’nin Görele’ye geleceği 1 saat sonra halkın meydanda toplanılması anons ediliyordu. Apar topar Kemençeciler toparlandı, oyun ekipleri Görele’deki meydan da yerini aldı.

Ayben Belediyeye verdiği haberden sonra koşarak Hale’nin evine gitti. Nefes nefese kalmıştı. Zili çalıyordu uzun uzun. Kapıyı Gülden hanım açtı. Karşısında nefes nefese kalmış Ayben’i gören Gülden Hanım, telaşa kapıldı. Ayben, hemen durumu anlattı. Gülden Hanım’dan da sevinç gözyaşları süzülüyordu. Hale ise kapı ağzında konuşulanları ikinci kata çıkan merdivenlerden dinliyordu. Emre’nin geldiğini duyunca hemen odasına çıkıp apar topar üzerini değişti. Kapıya fırladığında Ayben’in de elini tutarak “Hadi beni yanına götür” dedi. Ayben ise “Senin yalnız gitmen daha doğru olur” dedi. Hale koşar adımlarla Terminalin arkasına gitti. İleride denize doğru dalmış Emre, kayaların üzerinde oturuyordu. Hale, yavaş adımlarla Emre’nin arkasına kadar geldi. Emre ise derin bir huzur içinde sanki kaybolmuştu. Arkasından bir el gözlerini kapattı Emre’nin. Emre bu sonsuz gelecek rüyadan uyandı bir telaşla… Gözlerini kapayan elleri tuttu…

–         Hale…

–         Evet, aşkım benim. Hale’n…

Emre oturduğu yerden aniden kalktı. Arkasına döndüğünde gözleri sulu, üzerinde pembe mantosu. Saçları rüzgarda uçuşan, pembe yanaklı, gözlerinin içine doğru bakan Hale’si vardı. Emre, sarıldı Hale’ye doya doya… Terminaldekiler ilerideki olayı izliyordu ama kimse tam anlamıyla onların kim olduklarını bilmiyordu. Hatta kimi yaşlılar “Gençlik işte, bizde geçtik o yollardan… Ah ahh…” diye mırıldanıyordu…

Emre’nin saçları ince, biraz daha boyu uzamış ve yapılanmıştı. Hale sarıldığı adamın Emre olmadığını düşünmeye başlamıştı ki Emre, Hale’den ayrılıp gözlerine doğru baktı.

–         Değişmiş miyim?

–         Evet boyun, vücudun… Sanki daha farklı…

–         Askerdim ben Hale. Çok şeyler yaşadım Asker ocağında… Seni çok özledim. Rüyada gibiyim. Seni çok seviyorum Hale’m…

Hale’nin yaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. “Bende seni çok seviyorum Aşkım” diye karşılık verdi ve bir daha sarıldılar birbirlerine…

Dalgakıran’ın en ucuna yakın bir yerdeydiler. Rüzgarında kuvvetiyle çılgınlaşan Karadeniz, dalgalarıyla Hale ve Emre’nin üzerine sıçrıyordu. Rüzgar ise Hale’nin saçlarını serpiştiriyor, pembe paltosunu savuruyordu. Emre, uzun bir dönemden sonra sanki askerlik bir rüya, şu an gerçekteymiş gibi hissediyordu…

Bu duygusal ortamı Hale’nin çalan cep telefonu bozdu. Arayan kişi Hale ve Emre’nin acilen meydana gelmesini söylüyordu. Ne olduğunu anlayamayan Hale ve Emre yan yana yürümeye başladılar. Hale başını Emre’nin omzuna yaslamış, Emre ise Hale’nin beline sarılmış şekilde mutluluk sarhoşluğu içinde, neden olduğunu bile bilmeden meydana ilerliyorlardı. Demar’ın ara sokaklarında Hale ve Emre’nin görülmesiyle Halk alkış tufanını kopardı. İleriden Görele Belediye Başkanı, Emre ve Hale’nin yanına doğru geliyordu yanındaki diğer protokol üyeleri ile beraber… Emre ve Hale oldukça şaşırmış ve çok mutlu olmuşlardı. Hale’nin böyle bir sözden haberi olmasına rağmen ne zaman nasıl bu ortamın hazırlandığını anlayamamıştı bile. Oysa bundaki en büyük pay gerçek dostu Ayben’e aitti.

Ertuğrul Melikoğlu Hale ve Emre’nin yanına gelmiş etraflarını halk kuşatmıştı. Emre ile tokalaşan Melikoğlu, “Gerçek Kahraman Askerimiz Görele’ye hoş geldin. İlçemize şeref verdin” diyerek Emre’yi kolundan tuttuğu gibi Hale ile beraber kürsüye sürükledi. Önlerinde yaşlısı, çoluk çocuğu, bayanı, erkeği toplanmış yüzlerce kişi vardı Emre’nin. Kürsüye çıktığında ne diyeceğini şaşırdı.

–         Beni gerçekten çok mutlu ettiniz. Ben bu kadar büyük bir şey yapmadım aslında. Her Türk’üm diyen vatan evladının yapması gereken olayı yaptım. Buna rağmen bu sevginizi görmek bana şu an hayatımın en anlatılmaz sevincini yaşatıyor.Hepinize sonsuz teşekkürlerimi, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.

Peşinden kürsüye çıkan Hale ise şunları haykırdı…

–         Tüm Görele halkı sizleri çok seviyorum. Tüm Giresun halkı sizleri çok seviyorum. Tüm Karadeniz halkı sizleri çok seviyorum. Tüm Türk insanı sizleri çok seviyorum.

Hale’nin kısa konuşması da alkışlarla süslendi. Peşlerinden kürsüye Ertuğrul Melikoğlu çıktı.

–         Günümüzde böyle aşkları, böyle sevgileri, böyle askerleri görmek gerçekten mutluluk verici. Hele ki böyle bir aşkın Görele’den yükselmesi daha da mutluluk verici. İlçe halkı olarak ben hepinize de teşekkür ediyorum. Gerçekten böylelikle kenetlenebileceğimizi de gösterdik. Topal Osman Ağa’nın uşakları, Atatürk’ün koruyuculuğunu yapan Giresun insanı, Ülkesinin savunmasında öncü bölge olan ve bugüne değin bölgemizde asla karışıklığa imkan vermeyen Karadeniz insanları olarak bizler bu ülkenin sevdalılarıyız. Emre’nin ailesi şu an Samsun’da ama onlarında şu an olanlardan telefon yoluyla haberleri var. Kendilerinden şahsım adına vekalet aldım. Hale’nin annesi Sayın Gülden Hanım’ı da buraya davet ediyorum.

Gülden Hanım’da kürsüye geldi. Melikoğlu, Gülden hanım’a usulen sordu.

–         ALLAH’ın emri peygamberin kavliyle kızınız Hale’yi , Kahraman askerimiz Emre’ye istiyoruz.

–         İki gönül birbirini seviyorsa ve bunca sevgiyi hak ediyorsa, bana söyleyecek bir laf düşmez. ALLAH mesut bahtiyar etsin yavrularımı…

Meydan da büyük bir alkış ve ıslık tufanı kopuyordu. Bu olayı izleyen herkes gerçekten sevginin anlamını , aşkı yeniden yaşar gibiydi. Yan yana olan eşler bile seneler sonra birbirine sarılmıştı kalabalığın içinde… Zamanla körelen duygular yeniden yeşermeye başlamıştı bu örnek olay ile.

Ertuğrul Melikoğlu yardımcısından gençler için alınan yüzükleri istedi. Önce Hale, sonra Emre’nin eline yüzüklerini taktı. Yüzüklerin takılmasının ardından kurdelayı gençlere mutluluklar dileyerek kesen Melikoğlu, meydandaki insanlara en kısa zamanda bu gençlerin düğünlerinin de Görele Belediyesi tarafından yapılacağını duyurdu…

Tam bu sırada sabahtan beri kuvvetli esen rüzgar yağmuru da getirdi peşinden. İri taneli Karadeniz yağmuru meydanda toplanan halkı pekte dağıtmamıştı aslında. Çünkü yörede yaşayan halk havanın durumuna göre evlerinden tedbirli ayrılıyordu. Yağmur yağacağını sezen halk, şemsiyelerini de beraberinde getirmişti. Ayben ise uzaktan doğru hızlı adımlarla bu aşkın başlamasına , Hale ile Emre’nin seneler sonra yan yana yürümesine imkan sağlayan, Emre’nin askere giderken hatıra diye Hale’ye bıraktığı şemsiye ile geliyordu. Bu, Büyük ve siyah bir Şemsiye idi. Ayben, kürsüye yaklaştı. Emre ve Hale’nin başında Şemsiyeyi tuttu. Halkın beklediği tek şey karşılıklı tebrikti. Emre, Hale’ye döndü ve ellerini tuttu. Mikrafondan sesler duyuluyordu. Emre, “Seni seviyorum Hale’m. Seni çok seviyorum” dedi. Hale’de “Ben de seni aşkım” diye karşılık verdi.

Üstlerinde siyah şemsiye, etraflarında rüzgarın uğuldayan sesi, iri taneli yağmurun serinliği ve kalabalığın alkış sesleri… Hale ile Emre bu anı asla unutamayacaklardı…

 

Yazarın Notu: Bu öyküyü sıkılmadan okuyan tüm değerli okuyuculara sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bu öykümün maalesef hiçbir yaşanmışlığı yoktur. Keşke gerçek bir olay olsaydı da böyle sevgileri, aşkları tüm insanlarımız tekrar tekrar yaşayarak görerek anımsayabilselerdi…

Bu öykümde vermek istediğim mesaj şuydu, sevgilerin ve aşkların başlangıçları sadece bir sebeptir. Bu öyküde bir yağmurun yağmasıyla aynı şemsiye altına giren gençler, askere giden Emre’nin yokluğuyla ayrıldı ve sonra tekrar yağmurlu bir günde şemsiye altında bir araya gelerek mutluğu yaşadı. Hayatımızda her şeyin başı bir nedene dayanmaktadır. Kimi aşkların başlangıcı sadece bir bakış elektriklenmesi, kimisinde ise birinin güzelliği ve yakışıklı olması veya sempatik olması gibi nedenlere dayanmakta. Benim sebebim ise bir Şemsiye idi. Sadece ve sadece şunu unutmamanızı istiyorum sizlerden. İki günlük gelip geçici dünya hayatında sebeplerin küçüklüğünden çok getirdiği sonuçları ,mutlulukları, sevinçleri düşünmeniz…

Hayat boyu sevgiden ve Aşk’tan yoksun kalmamanız, gerçek aşklara sahip olmanız temennisiyle…

Saygılar sunarım…

Bir önceki yazımız olan Zamanında Yaşamak başlıklı makalemizde denemesi, oğuzhan kılıçarslan ve öyküsü hakkında bilgiler verilmektedir.