Oğuzhan Kılıçarslan Denemeleri

Memleket Sevdaları

MEMLEKET SEVDALARI

Bir ışıktı sevdamız… Karanlıkta kalmak istemezcesine koşuştu ileriye doğru… Arkaya bakmak aslında bir ızdıraptı. Çekilmek istenmeyen acılar kimin umrunda olabilirdi ki…

Koşturduğum sürece aklımdan binbir fikir geçiyor, zihnimde resmen zaman tüneli canlanıyordu. Geçmişim… Geleceğim… İkisinin arasındaki inci çizgi…

Bunalmıştım artık gurbet diyarlarda; birbirlerini umursamadan yol boyunca yürüyen insanlar arasında… Bir tatlı tebessüm arıyorum yüz simalarında… Gördüğüm manzara ise tam bir karmaşa…

Özlüyordum aşık olduğum, içinden kurtulamadığım, kalp atışlarımın hızlandığı, umudumun arttığı ve gözlerimin parladığı zamanları…

Arıyordum kalplerindeki sevgiye hasret kaldığım yaşlıları. Sıcaklıklarını gözlerinden yansıtan insanları…

Neredeyim ben? Nasıl geldim buralara? Bir hiç miydi tüm bu yaşananlar? Geçtiğim yollar ise artık dönülmez miydi?

Bir hışımla çıktım evden… Tüm bu düşünceler ve gördüğüm manzaralar artık nefretlik getirmişti bana… İlk işim Otobüs Terminaline gitmek oldu… Otobüsler doluşmuştu peronlara… Hepsi bir umut taşıyordu ya umutlara yada umutsuzluklara…

Benim içimdeki ise anlatılmaz bir umut, bir sevgi kışkırtmacası… Molalar, yollar ve zaman vız geliyordu… İçimdeki her şey bir mutluluktu. Yollarda gördüğüm insanlar sevinç hüzünlerimi arttırıyordu… Dağlar, virajlar ve üstünden geçtiğim yolun altında kalan deniz… Her şey bir sevdaydı yüreğimde… Karadenizdeydim artık, kaçabilmiştim ardımda kalan acılardan, yapmacık suratlardan ve ızdırap verici hayattan…

Zaman artık bitmiş otobüsten inmiştim. Bu hava nedir Ya Rabbim? Nasıl bir nefestir bu çektiğim? Çevremdeki insanların gözlerinden alıyordum artık sevgi sıcaklıklarını…

Peştamallı teyzem oturuyordu köylü pazarında… Resmini çektiğimde fotoğraf makinem ile bakıyordu tebessümle… Koşarak ellerini öpesim geliyordu tüm yaşlıların… Yılların yorgunluğunu kaldıran elleri emeklerinin göstergesiydi… Nasırla kaplanmış ve kınalıydı avuçlarının içi… Başında başörtüsü, üstünde peştemalı, gözünde sıcacık bakış ve dilinde yürekleri okşayan hoş sohbet…

Ne mutluydum Ya Rabbim… Böyle günleri de görecekmişim yalanlarına esir kaldığım Dünya’da. Gülmeyen umutlarımla bakmıyordum artık yarınlara… Her şey içimde kopuyordu tıpkı karadenizin hırçın dalgaları gibi…

Köyümün stabilize yollarından ağır bir şekilde çıkıyordum 1972 model jip ile… Henüz köy yolunun 100 metresini geçmiştik ki içimdeki kabaran duygular anlatılmaz gözyaşlarına dönmeye başlamıştı. Dışarıdan lastiklerin ezerek sağa sola sıçrattığı taşların sesi ve birbirleriyle ağaçtan ağaca haberleşen kuşların sesi geliyordu arabanın açık camından doğru… İlk mahallenin yanından geçtiğimizde dut ağacının altında oturan Emine halayı gördüm… Elinde bastonu ve gözünde gözlüğü ile huzuru dinliyordu her zamanki gibi… Arabanın camından el salladım içimdeki sevinç ve yarınlarımdaki umutlarla…

İkinci mahallede biraz duraklamak zorunda kaldım. Önümüzde eskilerin hayal bile edemeyeceği sebze-meyve arabası duruyordu… Zaman öyle bir ilerlemiş insanların imkanları öyle genişlemişti ki köylere artık her bir şey çıkıyordu… Oysa ki zamanında ninelerim,dedelerim ne zorluklar çekmişlerdi kim bilir… Ekmeklerin karne ile verildiği zamanlarda mısır ekmeği vardı sadece sofralarında… Tarla mahsulü vardı sadece yemeklerinde… Oysa şimdi öyle miydi? Beyaz undan yapılan ekmekler çıkıyordu her gün köy yollarına… Tüpçüsü, dondurmacısı, sebzecisi… Artık her imkan ulaşmaya başlamıştı umutlarımın yeşerdiği cennetimde…

Yolları aşıp mahalleye gelmiştim artık. Mahalle kıranında beni görenler sıcak bakış ve hoş sohbetleriyle karşıladılar. Eve halen varamamıştım. İçimde kendimi bir an önce evime atma duygusu kabarmaya başlamıştı. Patika yoldan iki omzumdaki valizlerime aldırmadan koşa koşa gidiyordum. Gece çiğse yapmış karataşlar kayganlaşmıştı. Ara sıra düşecek gibi olsam da toparlıyordum kendimi…

Sonunda evimdeydim artık. Çok şükür Ya Rabbim. Dedemin babasından kalan ev, bende çok farklı bir yer taşıyordu. Çocukluğumdaki köy maceralarım hep bu evde geçmişti. Sürekli eskiler gözümün önüne geliyordu…

Merdivenlerin sonundaki balkonda Babaannem ve dedemin güler yüzleriyle karşılanırdım. Sonra koşarak dedemin ve babaannemin eline sarılırdım. Babaannem hemen yemek hazırlardı. Köy yemeklerinden yerdim o eşsiz havada ve sessizlikte. Balkon manzaramız ise yemeğe ayrı bir hava katardı. Balkonumuzdan Karadeniz ve Eynesil görünüyordu. Evin önündeki dut ağacındaki kuşlar ise nasiplerini yemenin peşinde birbirleriyle yarışırlardı…

Oysa şimdi öyle miydi? Artık ne dedem vardı ne de babaannem. Mahallenin yaşlıları birer birer vefat etmiş mahalle sessizliğe bürünmüştü. Eski tatları artık alamıyordum. Asırlık çınarlar gittikçe köydeki eski tatlar teker teker yok oluyordu. Her ne kadar manzarası, havası, suyu, sessizliği, yağmuru, çamuru vazgeçilmez olsa da insan çocukluğundaki eski tatları arıyordu…

Akşam olmuştu. Her yer karanlığa bürünmüştü. Köyün belli mahallelerindeki sokak lambaları ve evlerindeki ışıklardan başka bir şey görünmüyordu. Balkondan Eynesil burnunu izliyordum. Eynesil burnundaki ışıklar sanki yanıp sönüyor gibi duruyordu. Gecenin tek sesi ise cırcır böceklerinden geliyordu…

Artık uyku vakti gelmişti. Köyde insanın uykusu erkenden geliyordu. Sabahta erkenden uyku bitiyor gün daha bir erkenden başlıyordu. Bu havanın oyunu olsa gerekti. Tertemiz hava ve derin bir huzur taşıyan sessizlik…

Sahilimi özlemiştim, Karadeniz’e hasrettim. Ağır adımlarla yürüyordum patikadan mahalle kıranına doğru. Her adımımda farklı bir duygu yaşıyordum. Nefes nefese kalsam da bu yol boyunca çok büyük zevk alıyordum. Mahalledeki araba yoluna gelmiştim. Bundan sonraki yolum yokuş aşağıydı. Stabilize yoldan usulca yürüyüverdim aşağıya doğru. Her kıranda birisi durduruyor “sen kimin çocuğusun?” diye soruyordu. Her sene kendimi tanıtsam da unutuluyorduk elbette. Kendimi tanıtıyordum. Şöyle bir ses yükseliyordu karşımdaki kişiden; “Oyy, sen benim halamın torunusun. Ne kadar değişmişsin yavrum. Ne zaman geldin? Hoş geldin, sefalar getirdin? Ailen de geldi mi?” v.b. sorularla hoş bir sohbet başlıyordu. Köyümün insanına, yöresel konuşmalarına zaten hasrettim. Sıkılmadan cevaplıyordum tek tek. Sonrasında ellerini öperek izin isteyip yoluma devam ediyordum.

Yol üzerindeki çeşmelerden su içiyordum kana kana. Buzdolabında soğutmaya çalıştığımız sular gibi değildi hiç birisi. Zaten buz gibi akıyordu. Tertemizdi. Köy kokusuyla beraber doyamıyordum içmeye…

Yalı mahallesi dediğimiz köy altına, sahile gelmiştim artık. Gözlerimi kapadım. Çok sert bir rüzgar esiyordu. Dalgalar ise sahili dövüyordu. Karadeniz coşmuştu son kuvvetiyle, kumları ve taşları yoruyordu. Gözlerim kapalıydı. Artık duyu organlarımdan sadece burnum ve kulaklarım vardı. Dalga seslerine yoğunlaşmıştım. Ne sert vuruyordu Karadeniz. Kim bilir yine neye kızmıştı. Dalgalar sıra beklemiyor üst üste geliyor gibiydi. Sonra kulağımı rüzgara verdim. Rüzgar ise son kuvvetiyle Karadeniz ile haberleşiyor gibiydi. Mesajlar veriyordu sanki uğuldamalarıyla. Karadeniz’de buna hiddetle cevap veriyordu. O gün anladım ki Rüzgar ile Karadeniz çok iyi dost olmuşlardı…

Huzura dalmıştım. Artık hiçbir şey yoktu aklımda. Sadece Karadeniz ve rüzgar vardı benim için. Birisi beni çağırsa duymazdım. Öyle bir konsantre olmuştum ki, artık hiçbir şey umurumda değildi. Bu sonsuz sandığım dakikalardan Karadeniz’in sularıyla uyandım. Biraz ıslanmıştım. Sahilden 2 – 3 adım geriye gittim. Etrafıma baktım. Denizin ilerisinde hava kararmış, bulutlar sıklaşmıştı. Güneş ise buluttan sanki izin ister gibi aradan bir yerden görünmeye çalışıyordu. Geriye döndüm. Arkası yemyeşildi. Dağların üstü de kararmaya başlamıştı. Kuvvetli bir yağmurun geleceğini anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Sahilden bulduğum bir arabayla köye geri döndüm. Eve adımımı atmamla yağmurun bastırması bir oldu. Evin üzerindeki çinko sanki deliniyor gibiydi. İri ve hızlı yağan yağmur damlaları çok harika bir ses çıkarıyordu. Sanki yağmur damlaları orkestra oluşturmuş müzik çalıyordu. Ben ise yorulmuştum. Yatağıma uzandım. Evin üzerinden gelen sesleri gözlerim kapalıyken dinliyordum. Uykumu getiren bu sesle bir süre uyumuşum. Gözlerimi açtığımda ise hava biraz sakinleşmiş yağmur yerine, ahşap pencerelerdeki camları titreten rüzgar vardı. Karnım da acıkmıştı. Başımın üzerinde ise tavana asılmış gözlemeler duruyordu. Annem gözlemelerden yufka tatlısı yapmıştı. O yorgunluğun üzerine ancak kendime geldim…

Gün ışımaya başlamıştı. Gecenin yağmurundan kalan derin bir huzurda, sabah saatlerinde ağaçtan ağaca haberleşen kuşların sesleri vardı sadece…

Ekmek arabası gelmek üzereydi. Mahalle kıranına doğru yola çıktım. Ekmek için bekleyen büyüklerimle sohbet ettim bir süre. Araba gelmiş ve ekmeğimi alarak evin yolunu tutmuştum…Bu günü dinlenerek geçirmiştim. Hafiften esen rüzgardaydı kulağım. Ufuklardaydı gözlerim…

Ertesi gün olmuştu. Bu gün günlerden Salı idi. Görele’nin çarşı günü… Kahvaltıdan sonra Eski Köy Yolu denilen patika yoldan yalıya doğru yola koyuldum. Köylülerin çoğu taksi veya minibüslerle gitse de çarşıya, bana bu patika yollardan sabah yürüyüşüyle gitmek ayrı bir keyif veriyordu…

Görele’ye varmıştım. Çarşı yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Köylerden alışveriş yapmak için inen insanlar öğlen vaktine doğru Görele’yi doldurmuştu. Hava yağmurdan sonra rahatlamış ve açılmıştı. Güneş yavaş yavaş sıcaklığını gösteriyordu.

Öğlen vakti gelmişti. Acıkmıştım. Kendimi bir pideciye attım zar zor. Bu kalabalıkta pidecilerde dolmuş taşmıştı. Yer bulmak bir sorun olur hale gelmişti. Kıymalı pide gelmişti önüme. Kayık gibi şekli, içindeki mis gibi tereyağı ve yumurtası ayrı bir lezzet katıyordu Görele Pidesine…

Pidemi yedikten biraz sonra Meşhur Görele Dondurmacılarının yanına doğru yola koyuldum. Dondurmacıların kimisi sebil diye bağırıyordu hayrına vererek, kimisi de Meşhur Görele Dondurması diye bağırıyordu. Salepten ve yüksek dağlardan alınan kar taneleriyle yapılıyordu. Çok farklı bir tadı vardı. Köpük köpük ve bembeyazdı. Yaşlılar bile rahatça yiyebiliyordu. İçinde yapay bir katkı malzemesi olmadığından dolayı dokunmuyordu. Yedikçe yiyesi geliyordu insanın…

Çarşıdaki işlerim bitmiş, köye dönme zamanım gelmişti. Arabadan bir yanımda yeşili, diğer yanımda maviyi izleyerek gitmek çok büyük keyif veriyordu bana. Yol kenarında yürüyen peştamallı teyzelerimi veya elinde ağaç dalı olan amcalarımı görüyordum yer yer. Kimi yerde de plaj oluşmuş, denize giren insanlar vardı. Karadeniz ise yine mükemmeldi…

Eve varmıştım. Kuzinenin üzerindeki tencerelerden çok harika kokular geliyordu. Birisinin içinde lahana çorbası, diğerinde mısır ekmeği vardı. İkisi bir ömre bedeldi…

Gece balkonda oturuyordum cırcır böceklerini dinleyerek. Balkon ışığında duvarları kelebekler, arılar ve siyah böcekler kaplamıştı. Kelebekleri inceliyordum sıra sıra. Kimisi çok narin, kimisi yapılıydı. Hele o pullarındaki renkleri sanki özenle yaratılmıştı. Kimisi hiç ellenmeden kaçıyor, kimisi parmağımın üzerinde duruyor sevmeme rağmen kaçmıyordu…

Gece derin bir huzurla uyuyordum. Pencere açıktı. Dağ yamaçlarından ayaklarımı gıdıklayan hafif bir rüzgar esiyor ve odayı harika bir kokuyla dolduruyordu.

Sabah kalkmıştım erkenden. Gurbet gibi değildi. Rahatça kalkıyordum sabahın 6’sında dinç olarak. Gün yine güzel olacağa benziyordu. Denize gidebilir miyim diye düşünürken öğlen saatlerindeki güneş beni yola koydu. Köy altına varmıştım. Karadeniz Sahil Yolu’nun yapımında köy altındaki eski sahil yok olmuş azıcık ilerisinde yeni bir plaj oluşmuştu. Biraz yürüdüm. Plaja vardığımda yavaş yavaş insanların denize geldiklerini gördüm. Üzerimi değişerek suya doğru yol aldım. İlk başta biraz titredim. Sonra biraz daha derine inince daldım. Karadeniz harikaydı. Biraz serin olsa da tertemizdi. Suyun dibinde rahatça ilerleyebiliyordum gözlerim açık olarak. Biraz su yutmuştum ama tuz az olduğundan dokunmamıştı. Çünkü Karadeniz’e bir çok akarsu dökülmekte ve tuz oranını azaltmaktaydı. Zaman biraz daha ilerlemişti, plaj iyice kalabalıklaşmış sanki Antalya sahillerindeyim görünümünü andırmaya başlamıştı…

Hava kararmaya başlamıştı. Gökyüzünü rahatsız eden bulutlara inat güneş inatla göstermek istiyordu kendisini. Bu da harika bir doğa manzarasını ortaya koymuştu. Hemen alel acele fotoğraf makinemi aldım çantamdan. Bu manzarayı kaçırmamam gerekiyordu. Resmi çekmiştim. Gerçekten çok muhteşem bir manzarayı ölümsüzleştirmiştim…

Artık gezme işine bir süre ara vermem gerekiyordu. Paldır zamanı gelmiş, köyün her yerinden paldır motoru sesleri yükselmeye başlamıştı. Ailemle beraber bahçeye doğru yola koyulduk. Elimdeki girintiyi sabahtan akşama kadar sağa sola sallamak hiç kolay olmayacaktı. Bahçedeki otlar ve dikenler yer yer 1 metreye kadar yaklaşıyordu…

Korkmadan başladım bahçenin aşağısından yukarısına doğru. Bu bahçeyi bugün bitirmemiz gerekiyordu. Sabah saatlerindeki kuvvetlice çalışmamdan sonra hızım yavaş yavaş kesilmeye başlamıştı. Öğlen yemeği için bahçenin bir köşesine oturduk. Evden getirdiğimiz domates, salatalık,zeytin, ekmek, peynir o bahçe ortamında en güzel yemekten daha çok iştahını kabartıyordu… Karnım doymuştu. Kuvvetim biraz daha yerindeydi şimdi.

Akşama kadar çalışarak bahçeyi bitirmiştik. Fakat artık bende bitmiştim. Ellerimin için su toplamıştı, acıyordu. Eve kendimi attığımda sıcak bir duş aldım. Sonra yemeğimi yedim ve hemen yatağıma uzandım. Bunca çalışmadan sonra yatmak hiç bu kadar güzel gelmemişti belki de…

Bir 10 gün boyunca çalışarak paldır işini bitirdik bahçelerde. Fındık başlayana kadar 10 gün daha vardı önümüzde. Güzelce dinlenmem gerekiyordu. Çünkü fındık toplama işi de 10 günümüzü alacak ve iyice yıpratacaktı…

Hava çok güzeldi. Her taraf güneşin kavurucu sıcağında yanıyordu. Denize gitmek için bundan daha güzel bir gün olamazdı. Elbiselerimi çantama atıp sahile doğru yola çıktım. Bu sefer patika yol yerine araba yolunu takip ederek sahile gidiyordum. Yolda gördüğüm büyüklerime “Selamünaleyküm” diyerek ayak üstü hal hatırlarını soruyordum. Susamıştım ve az ileride çeşmenin yanına gittim. Kana kana su içiyordum çanaktan. Su, Buz gibi ve tertemizdi. Kaçıp geldiğim şehrin sularına hiç benzemiyordu. Tuhaf tuhaf kokmuyor, içince insanı titretmiyor, boğazından inerken zorlamıyordu…

Deniz bugün bir harikaydı. Su ılık ve denizin dibi görünüyordu. Dümdüz ve hiçbir dalga yoktu. Plaj dolmuş taşmıştı…

Biraz ileride kayıklar denize açılmış, balık avlamak için ağlarını salmıştı. Sabahın erken saatlerinden itibaren süren bu mesai ikindiye doğru sonlanmaya başlıyordu…

Ertesi gün olmuştu. Alışveriş için Görele’ye gitmem gerekiyordu. Fiyatlar kaçıp geldiğim şehre göre çok yüksek geliyordu. Yöre esnafı gurbetçilerin gelmesini fırsat biliyordu.. Hepsi 3 ay süren yaz sezonu boyunca 1 senelik gelirlerini toplamanın peşine düşmüşlerdi. Cebim dolu inmiştim çarşıya, dönerken çok az bir miktar param kalmıştı. Aldıklarıma baktığımda ise ortada görünen hiçbir şey yoktu. Giresun minibüsüne bindim. Arkama birkaç yaşlı teyze oturdu. Sohbetlerine kulak misafiri oldum. İkisi de benim dert yandığımdan dert yanıyordu.

– 25 milyon para harcadık, hiç bir şey yok
– Hep aynı, hep aynı. Bizde 50 Milyon harcadık
– Aynı anam, aynı… Ne sebze ne meyve hiçbir şey yok doğru gene
– İşte aldıklarıma baksana poşetten başka bir şey yok…

Bu konuşmaları dinlerken hem tebessüm ediyordum, hem de uzaklara dalmış düşünüyordum…

Köye vardığımda kara kara bulutlar gök kubbeyi kaplamıştı. Haç kalesinin üzeri simsiyah bulutların esiri olmuştu. Rüzgar sertleşmiş, hava berraklaşmıştı. Yağmurun atması pek uzun sürmedi. İşte bu manzaraya bayılıyordum. Bu koku, bu koku… Başka nerede vardı? Binlerce bitkinin bir araya getirdiği koku, toprak kokusuyla harmanlanmış ve dağdan gelen esintiyle beraber ciğerlerime bayram havası yaşatıyordu…

10 günlük zaman su gibi gelip geçmişti. Fındık bahçelerinden atma türküler yükseliyordu. Kimisi de çareyi teknolojide bulmuş, bahçeye radyolarını götürerek kemençe eşliğinde akşama kadar devam edecek çalışmayı zevkli hale getirmek istiyordu…

Bende teknolojiye uyanlardandım. Sabah 6 gibi kalktık hep beraber. Kahvaltımızı yapıp bahçeye doğru yola koyuluyorduk ağır ağır. Bahçe biraz uzak olduğundan evden çıkmadan neleri alıp, neleri unuttuğumuzu iyice kontrol ediyorduk. Şelek, sepet, çuval sepet, gerevi ve girebi her şey tamam gibiydi. Evde iki bayan kalmıştı. Öğlen yemeğini hazırlayıp bahçeye getireceklerdi.

Gece biraz yağmur yağmış toprak yumuşamıştı. Bölgemizde düz fındık bahçesi bulmak pek zordu. Bayır yukarı çıktık önce. Tepeye geldiğimizde bu sefer bayır aşağı inmemiz gerekiyordu. Su oluklarının da olmasıyla kaygan zeminlerden gitmekte oldukça zorlanıyorduk. Çok geçmedi ki birer ikişer düşüp kalkmaya başladık. Sabah sabah gülüşmelerle herkes biraz daha neşeli hale gelmişti…

Bahçeye gelmiştik artık. Aşağıdan yukarıya doğru 5 sıra 10 ocak fındık ağacı vardı.Fındıkları yavaş yavaş dalları eğerek sepetlerimize doldurmaya başladık. Yapraklar oldukça fazlaydı. Görünmeyen fındıkları ellerimizle yokluyorduk. Saatler ilerliyor dolan sepetler, şelek ve büyük çuvallara boşaltılıyordu.

Öğlen vakti gelmiş yemekler bahçeye ulaşmıştı. Bahçenin en düz olan yerine kurduk sofrayı. Kimimiz bayırda kalmıştık, kimimiz çukurda. Çorbayı dökmemek için kaşığın yarısını boş alıyorduk. O anda en güzel lahana diblesiyle beraber salata geliyordu herkese. Menünün en sonunda ise yufka tatlısı vardı. Yemekten sonra bahçeye getirdiğimiz ufak şişelerden abdestlerimizi aldık. Yine bahçenin düz bir yerini bularak öğle namazını eda ettik.

Dinlenmenin ardından fındık toplamaya devam ediyorduk. Radyoda bir biri ardına harika kemençe şarkıları çalıyordu. Herkes bahçede olduğundan diğer bahçelerden de atma türkü sesleri geliyordu. Hatta ıslıklar ile bahçeden bahçeye haberleşiyordu insanlar; kimisi de “ohohohoooooo” diye sesleniyordu birbirine… Zorlu bir maratona başlamıştık ama her şeyin farklı bir güzelliği vardı.

Bahçe bitmiş ve akşam olmuştu. Çuvalları sırtımıza omuzladık iplerle bağlayarak. Zaten normal halde zor gittiğimiz yollarda, aşağı yukarı 80 kg ağırlık ek olarak binmişti omuzlarımıza. Belki ağırlıkla beraber yere daha sağlam basıyorduk ama eve vardığımızda omuzlarımız iyice ağrımaya başlamıştı. Önce bahçe giysilerimizi değiştirdik. Biraz dinlenmenin ardından akşam yemeğini yedik.

Fındık zamanı her yerde olduğu gibi köy dolu oluyordu. Çok yorgundum ama yorgunluğumuzu atmanın bir yolunu bulmuştuk. Köydeki mahallede 20-25 kişi vardır genç olarak. Mahalleye çıktık karanlıkta, patika yollardan. Hep beraber oturduk mahalledeki oturaklara. Kimimiz çaylarını içip sohbet ediyordu, kimimiz ise voleybol oynama hazırlıkları yapıyordu. Fileyi bağlamıştık iki evin arasına doğru. Mahallenin gençlerine büyüklerde ayak uyduruyordu. Büyüklü küçüklü, erkekli bayanlı iki takım oluşturarak voleybol oynamaya başlamıştık. Ara sıra topu bahçelere kaçırıyorduk. Karanlıkta el fenerleriyle aramaya gidiyorduk sonraları. Her gece voleybol oynamıyorduk aslında. Kimi geceler sessiz sinema, kimi geceler ise yakar top gibi oyunlar oynayarak çok zevkli vakitler geçiriyorduk…

Fındık maceramız 10 gün boyunca böyle devam etti. Fındıkları harmana serip iyice kurutmanın zamanı gelmişti artık. Kimi zaman güneş iyice yakıcılığını gösteriyor, kimi zaman ise kara kara bulutlar kurutmaya engel oluyordu. Fındığın üzerini bir aç, bir kapa zar zor kurutmuştuk. Şimdi patoza verme zamanı gelmişti. Eskisi gibi şeleklerle taşıma işi geride kalmış, hortumlu patozlar bu görevi almıştı. Patoz makinesinde talaşı ve boşunu, dolusundan ayıklama işi bittikten sonra yine bir kurutma işlemimiz vardı. Tırmıklarla günün her vakti uğraşıyorduk fındıklarla. Hatta kimileri gece bile fındığının yanında kalıyordu çalınma riskine karşı…

Fındığın para etmesi için güneşte iyice kuruması gerekiyordu. Hoş çok iyi kurutsak bile devletin ve kimi aracıların yüzünden bunca emeğe verilen rakama halk olarak tepkiliydik. Ama tepkilerimiz sadece birbirimize söylemelerle kalıyordu. Halk olarak protesto etmesini bilmiyorduk çünkü. Hakkımızı istemesini, hakkımızı almayı beceremiyorduk. Öyle ki senelerdir Karadeniz üzerine tek bir çivi bile çakılmamıştı. İşsizlik için ne bir fabrika açılmıştı, ne de iş sahaları açılması için teşvikler yapılmıştı. Yapılan teşviklerde hep yetersiz ve eksik kalmıştı…

Fındık maceramız bitmişti bu sene de… Giresun’a gidecektim bugün. Köy altına doğru yola koyuldum. Fotoğraf makinemde her zamanki gibi elimdeydi. Yine harika manzaraları ölümsüzleştirme peşindeydim.

Köy altına vardım. Yeni yapılan Karadeniz sahil yolundan sonra sanki minibüsler alternatif yoldan gidiyorlarmış gibi gelmez oluyorlardı. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra bir minibüs geldi. En öne oturdum şoförün yanına. Radyoda kemençe çalıyordu. Kulağım radyoda, gözlerim yeşil ve mavide, aklım Karadeniz sevdasındaydı…

Görele ve Tirebolu’da gökyüzü parçalı bulutluydu. Güneş bulutların arasından kendini gösteriyordu. Yol kenarlarında bahçeyi yeni bitirip fındık kurutmaya çalışan insanlar vardı. Asfaltın sıcaklığını kullanmaya çalışıyorlardı. Tek gelir kaynağı fındık olan yöre halkı, evladı gibi özene bezene fındığı son haline getirmenin peşindeydi…

Giresun’a varmıştım. Giresun’da birkaç ağabeyimi ziyaret ettikten sonra Türkiye’nin bağımsızlık savaşlarında Giresun uşaklarıyla beraber görev yapan, Atatürk’ün koruyucusu Osman Ağa’yı ziyaret etmek için Giresun kalesine doğru yola koyuldum. Epey bir yokuş çıktıktan sonra kaleye geldim. Osman Ağa’nın kabri başında fatiha okudum, sonra kaleden yakaladığım Giresun manzaralarını ölümsüzleştirmeye başladım. Giresun… Kirazın Ana Vatanı, Fındığın Başkenti… Nice asırlardır kim bilir kimlere ev sahipliği yaptı bu şehir? Ne savaşlara şahit oldu? Ne insanlar gördü…

Surların üzerinden yürüdükten sonra eskilerden kalma topların yanına geldim. Bu bölgeden Giresun adası da harika görünüyordu. Daha sonra mağaralara doğru yürüdüm. Kim bilir, kimler kaldı bu mağaralarda?

Kaleyi gezdikten sonra bir akrabamın telefonuyla küçük sanayi sitesine doğru yola koyuldum. Yürümeyi seviyordum. Batlama deresine kadar yürüdüm. Oradan bir araçla beraber küçük sanayi sitesine gittik. Özel bir firmanın Giresun temsilciliğini yapan bir işadamının oluşturduğu müzeyi görecektim. İşadamının kendi imkanlarıyla büyük meblağlar harcayarak oluşturduğu müzeyi gezerken oldukça etkilendim. 1919 yılından kalma mecmualar, bir köyden sökülüp getirilen ve müzenin içine monte edilen eski fırın, ayakkabıların olmadığı zamanlarda kullanılan çarık, çöten, yayık, kuzine, eski Osmanlı paraları, Kurtuluş savaşında kullanılmış silahlar, deniz ürünleri ve daha neler neler vardı… İnceledikçe inceleyesi geliyordu insanın. Çok harika bir şekilde özenerek oluşturulmuştu her bir köşesi…

Akşam eve döndüğümde fotoğraf makinemde ölümsüzleşmiş harika manzaralar vardı. Ertesi gün Görele’de bir akrabanın düğünü vardı. Çarşıya gittiğimde hemen yedeklemem gerekiyordu fotoğrafları…

Ertesi gün olmuş düğün saati gelmişti. Uzun zamandır Görele’de yapılan bir düğüne katılmamıştım. Aslında köy düğünü görmeyeli de uzun zaman olmuştu. Köy düğünleri de daha bir farklı oluyordu. Silahlar susmuyor, torpiller atılıyor, mahalle kıranlarındaki misafirlere yemekler dağıtılıyor ve kemençe resitalleri yaşanıyordu. En son 12 sene önce yaşamıştım böyle bir düğünü. Görele’de ki düğün ise bir salonda olduğundan gurbetteki düğünler gibi geçiyordu. Ama düğün sahipleri tarafından sürpriz yapılmıştı konuklara. Kemençe üstatları vardı salonda. Kız tarafı Katip Şadi’yi getirmişti, erkek tarafı da Sırrı Öztürk’ü. Hal böyle olunca o gece Kemençe susmadı. Kimse yerine oturmadı. Eve döndüğümüzde ayaklarımız titriyordu oynamaktan…

Zaman ilerliyordu. İncirler olmaya başlamıştı. Köyde bu kadar uzun süre en son 10 sene evvel kalmıştım. Köyün meyvesi dokunmuyordu. Kaçıp geldiğim şehirdeki meyvelere benzemiyordu, şişirmiyordu insanı…

Dağdan çok güzel bir esinti geliyordu. Beni köye en çok çeken güzelliklerin başında geliyordu bu koku ve hafiften esen rüzgar…

Yaz ayı yavaş yavaş veda ediyordu. Bahçelerin son hasatları toplanıyordu. Kara kış yüzünü göstermeye hazırlanıyordu…

Kasım ayının sonuna gelmiştik. Ağaçlardaki mandalinalar sararmıştı. Kar ise ara ara kendini gösteriyordu. Kuzinenin başından ayrılamıyorduk çok serin olduğunda…

Tv’nin başına oturmuş hava durumlarına bakıyordum. Bugün gökyüzündeki bulutlar bir an olsun ayrılmamıştı Giresun’un üzerinden. Hava durumlarında kar yağışı gösteriyordu. Hayırdır inşallah diyerek yattım yatağıma. Sabahleyin gözlerini açtığımda tipiden karşı dağı göremiyordum. Gece yattıktan sonra olsa gerek, yoğun bir kar yağışı başlamıştı. Öğleye kadar karın yüksekliği yarım metreye yaklaşmıştı. Köyde böyle hava görmemiştim şimdiye kadar. Öğleden sonra sakinleşen havayı fırsat bilerek botlarımı giyerek karşı yola doğru yürümeye başladım. Mahalledeki yokuşu fırsat bilen arkadaşlar poşetleri altlarına alarak kayıyorlardı. Kimisi de kızak yapmış bu havanın tadını çıkarıyordu. Ben ise yorucu olmasına karşı , çoktandır görmek istediğim manzaranın esrarengizliklerinin peşindeydim. Köyün yüksek yerlerine çıkarak fotoğraf çekiyordum. Hava buz kesmişti bizim gibi. Her taraf net bir şekilde görünüyordu. Sis dağı bütün heybetiyle duruyordu karşımda. Daha önce Uludağ, Ilgaz’a gitmemiştim hiç ama bizim Sis Dağı’nın ne eksiği vardı oralardan? Neden yöremizde adam gibi bir turizm merkezimiz yoktu? Devlet bir elimizden tutsa yeterdi. Uğruna şarkılar bile yazılan Sis Dağı, kış sporlarına oldukça elverişliydi. Bir Uludağ , bir Ilgaz neden Görele’de, Giresun da olamazdı?

Kimi köylüler ise hanelerine giden yolları açıyordu. Hafiften yalancı güneş kendini gösteriyordu. Belli ki hava yine kar topluyordu. Ben ise çok geç kalmadan en harika manzaraları yakalamanın peşindeydim…

Artık mutlu bir oyunun son sahnesine gelmiştim. Göz yaşlarım bekliyordu göz kapaklarımda… Gözümü açmak istemiyordum. Hayatın acı bir cilvesi daha gelip çatmıştı. Ayrılmak zorundaydım sevdamdan, yeşilimden, mavimden… Yine korkumla yüzleşecek, onunla yaşamak zorunda kalacaktım. Ayaklarım çekmiyordu o yolu. İstemiyordum sevdamdan ayrılmayı…

Valizlerimi hazırlamıştım. Kış güneşi vardı gökyüzünde. Hava serindi. Yapraklarını döken ağaçlar gibi hüzün çökmüştü içime. Siyah paltomu giymiş, beyaz eldivenlerimi, atkımı ve beremi takmıştım. Evime son bir defa baktım, belki seneye yine buradaydım, belki birkaç sene sonra, belki de cansız bedenim gelecekti sürekli bir avuç toprağın altında uyumaya…

İçimde tarif edilemez duygular vardı. Düşüncelerim karman çorman olmuş, ellerimde valizler, başım önde patikadaki toprak yolu izleye izleye yürüyordum. Konuşamıyordum, konuşulacak hiçbir şey kalmamıştı çünkü. Ayrılıyordum artık sevdamdan. Allahaısmarladık bile diyemiyordum utancımdan. Kendimi bir suçlu gibi hissediyordum. Asıl toprağımı, daha iyi yaşam için bırakıp gitmek zorunda kalıyordum. Hayat ne garipti…

Stabilize yola çıkmıştım. Yoldaki çeşmenin yanına doğru dizdim valizlerimi. Akraba ve arkadaşlarımla vedalaşma zamanı gelmişti. Sıcacık ellerine sarıldım büyüklerimin. Arkadaşlarımla kucaklaştım. Arabaya doğru yol alıyordum arkamda sessiz insanlar bırakarak. Hepsine dönerek son bir el salladım. Gözlerim artık dayamamıştı yavaş yavaş bırakıyordu yaşlarını…

Mezarlıkta durdurdum arabayı. Son bir defa Allahaısmarladık demek istedim ebediyetteki akrabalarıma. Köy altına varana kadar sessizliğimi bozmadım. Karadeniz’i görüyordum yakından. Hırçınlaşmış, tokat atar gibi dövüyordu kayaları. Suskunluğumu “Sende mi kızgınsın bana” diyerek bozdum. Şoför “efendim” diyerek karşılık verdi. “Yok abi, aklıma bir şey geldi, onu düşünüyordum” diyerek geçiştirdim.

Görele’ye vardığımda otobüsün kalkmasına 2 saat vardı. Kaçıp geldiğim şehirdeki aileme bir şeyler götürmek için erkenden inmiştim çarşıya son kere… Peştamal, Keşan aldım anneme. Tereyağı, uzatma peyniri, meşhur Koz Helvası, pekmez, çökelek ve büyük bir ekmek alarak koli yaptırdım. Bu ekmeği bile kaçıp geldiğim şehirde bulamıyorduk…

Ellerimdeki yükleri otobüs terminaline bırakarak son bir defa Görele’yi selamlamak istedim. Yeni sahil yolu yapımında yıkılan İskelenin devamına döşenen kayaların sonuna kadar yürüdüm. Görele, yine harika görünüyordu. Gökyüzü, Karadeniz ve yeşilin bin bir tonu bütünleşmişti. Çok arayacaktım bu anlarımı. Önce Karadeniz’e bakarak son bir defa göz göze geldik. Sonra Görele’ye dönerek “yine görüşeceğiz bir gün, bu güzelliğini hiç kaybetme “ diye mırıldanarak yola koyuldum terminale doğru. Otobüse binmiştim, ne bir hoşça kal diyenim vardı, nede bir gülümseyenim. Gökyüzü de durgun, Görele’de, Karadeniz’de… Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu…

Otobüs yola çıkmıştı çoktan. Samsun’dan çıkana kadar yeşili ve maviyi görebilecektim. Güneş, Ordu’nun virajlı yollarında ara sıra gözüme çarpıyordu “kendine gel” dercesine… İçimdeki sızı hiç dinmiyordu. Gözümün önünden uzunca bir zaman yaşadıklarım geçiyordu.

Samsun’dan çıkıp içeriye döndüğümüzde hava kararmıştı. Havayla beraber gözlerimde kapanmıştı içimdeki sızıyla, bir daha hiç açılmamacasına…

Elveda, Yeşil Sevda’m…
Elveda, Mavi Sevda’m…
Elveda…Elveda…

Bir önceki yazımız olan Şemsiye başlıklı makalemizde denemesi, oğuzhan kılıçarslan ve öyküsü hakkında bilgiler verilmektedir.